2016 her ne kadar yaşanan kayıplar ve olaylar sebebiyle “kötü” anılabilecek olsa da sinema açısından dopdolu bir yıl oldu diyebiliriz. Müzikallerden gerilimlere, biyografilerden komedilere birçok türün seçkin ve doyurucu temsillerine dokunma fırsatı yakaladık. Yüksek bütçeli Hollywood filmlerinden Avrupa sinemasının en minimal örneklerine erişebildiğimiz bir yılı geride bıraktık. Her yıl yaşanan “Bu film, bu yılın filmi değil” tartışmalarının sona erdirebilmek adına geçen yıl başladığımız “vizyon takvimini değil, filmin yıl içerisinde Türkiye’de prömiyer yapmış olması” kriterini bu yıl da odak noktamıza alarak 2016’nın en iyi filmleri seçkimizi oluşturduk.
Katkıda bulunanlar: Batu Anadolu, Ecem Şen, Gizem Çalışır, Gözde Hatunoğlu, Halil İbrahim Sağlam, Özge Yağmur, Serdar Durdu, Tolga Demir, Utku Ögetürk
2016’nın En İyi Filmleri
20. The Childhood of a Leader – Bir Liderin Çocukluğu
İzleyiciyi koltuklarına mıhlayan ve tarihi bir psikodrama olarak nitelendirebileceğimiz Bir Liderin Çocukluğu; faşizmin yükselişini ve faşist bir liderin doğuşunu, kendi bildiğini okumakta ısrarlı küçük bir çocuğun yaşadığı krizler ve güç çatışmaları içinde arıyor. Bir Liderin Çocukluğu’nda; Birinci Dünya Savaşı’nı bitirecek Versay Barış Antlaşması öncesinde Paris’te yürütülecek barış müzakereleri için ABD’den Fransa’ya gelmiş güçlü bir diplomat baba ve oldukça dindar bir annenin, küçük oğullarının inanç ve davranış kalıplarına nasıl yön verdiğine ve nihayetinde ortaya çıkan korkunç bir egonun doğuşuna tanıklık ediyoruz. Bir gün, tüm dünyaya korku salacak bir tirana dönüşecek bu küçük çocuğun çocukluk yıllarında yaşadığı üç krize odaklanan Brady Corbet, Bir Liderin Çocukluğu’nu giriş (uvertür) ve sonuç (yeni bir dönem) bölümleri dışında bu üç kriz dönemi üzerinden epizotlara ayırarak işliyor. Scott Walker’ın filmin tonu ve atmosferiyle inanılmaz bir ahenk sağlayan ve film boyunca sürecek gerilim dozunu iliklerimize işleyen muazzam müziğiyle de festivale damgasını vuran filmin büyük bir övgüyü hak ettiğini belirtmek gerek.
Filmin eleştirisini okumak için tıklayınız…
19. Love
Bu senenin en çok konuşulan filmlerinden olan Aşk, ‘pornografik’ olarak nitelendirilen içeriği ve özellikle yok sayılan cinselliği bir de 3D olarak göstermesi nedeniyle tartışmalı sinemanın çoğu zaman aldığı geri dönüşün tipik karşılığı olarak iki uçlu eleştiriler arasında kaldı. Von Trier’in Nymphomaniac’ı ve Abdellatif Kechiche’in Blue is the Warmest Colour’ının cinsel içerikli sahnelerinin aldığı tepkileri gördüğümüz için, Aşk’ın posterlerinin düştüğü ilk saniye tartışmaların da peşi sıra geleceğini tahmin etmek zor olmadı. Halbuki Aşk, aksine Noé sinemasının transgresif şiddet yükü en az ama en net toplumsal eleştirisi olan filmi olarak görülebilir. Çünkü cinselliğin ‘bozulmaya uğraması’ tamamen toplumsal bir normun yıkılmasından gelir ve aslında –başkasının yaşama hakkının ihlalini doğuran şiddetin karşısında– bozulmanın değil, bireyin özgürlük arayışının bir göstergesidir. Herkesin aşk ve cinsellik görüşünün farklı olması, yaşadığı farklı kültürlerin varlığından dolayı da kaçınılmazdır elbette fakat yine de, Noé’nin filminin içerdiği bu ‘kabul edilemez cinsellik temsili’ zaten kabul edilmeye ihtiyaç bile duymamalıdır.
Filmin eleştirisini okumak için tıklayınız…
18. Deadpool
Filmin en etkileyici taraflarından biri, senaristlerin filme dair gelebilecek bütün eleştirileri düşünüp, her birine birer “kılıf uydurmuş” olmaları. Detaylarda her kusur yakalamaya çalıştığınızda, film bir noktada o boşluğu dolduracak bir adım atıyor. Bu politik doğrucu konum, filmin akışında çok fazla detayı barındırmaya dönüştüğünden, bu cevaplar biraz yüzeysel kalıp, kalabalıklaşıyorlar. Yine de bu sayede, özellikle cinsiyet eşitliği bakımından oldukça başarılı bir tablo çıkıyor. Malum, Deadpool’un gevezeliğini ve hayalarıyla olan samimi ilişkisini göz önünde bulundurduğumuzda, filmin R rated yani 18+ olması, Deadpool’un esprilerinde cinsiyetçi unsurları barındırma ihtimali bir hayli yükseliyordu. Senaristler bunu düşünmüş ve kendi avantajlarına çevirmişler. Özellikle Deadpool’un yerde yatan savunmasız bir kadını öldürmek üzerindeyken kadına saldırsa mı saldırmasa mı daha seksist olacağına karar veremediği monoloğunda eğlenmemek mümkün değil. Bunun dışında, film çizgiromanlardan da tanıdığımız Blind Al’e de yer verilmesiyle engelli, siyahi ve yaşlı (ayrıca kokain seven) bir kadın karakterimiz de oluyor.
Filmin eleştirisini okumak için tıklayınız…
17. Graduation
Mungiu’nin bir önceki ustalık eseri Dupa Dealuri gerek biçimsel ve göstergebilimsel açıdan, gerekse olay örgüsü ve kara mizah yönünden Bir Zamanlar Anadolu’da (2011) ile bağdaştırabileceğimiz sahneler içeriyordu. Graduation’ı ise bir nevi Mungiu’nun Üç Maymun’u (2008) olarak okumak mümkün. Romeo’nun karısını aldatması, karısının ve çocuğunun bunu bilmelerine rağmen bir noktaya kadar ses etmemeleri, Üç Maymun’da Hacer’in “eş, oğul ve sevgili” arasındaki üçgenini burada Romeo üzerinden “eş, kız çocuk ve sevgili” olarak bir benzerini hatırlatıyor. Ya da Üç Maymun’un açılışında Servet’in Eyüp’e, kapanışında Eyüp’ün kahvedeki gence uyguladığı (adaletsiz bir durum için) sözlü ikna etme çabalarını burada Romeo kızına karşı uyguluyor. Her iki filmde de adaletsizlik teklif eden taraf konuşkanlığıyla, karşısındaki taraf ise suskunluğuyla karşımıza çıkıyor. Filmde sürekli evin camlarını kıran taşı kimin attığının bilinmezliği, Michael Haneke’nin Cache (2005)’sinde eve video kasetleri kimin gönderdiğinin bilinmezliğini hatırlatıyor. (Elbette taşı Mungiu atıyor, video kaseti ise Haneke gönderiyor!) Mungiu’nun yönetim konusunda yer yer Hanekevari bir anlatımın izini sürdüğü ortada. Bu yüzden Haneke’nin Das Weisse Band (2009)’ında ailenin çocuklarından birini oynayan Maria-Victoria Dragus’u (Klara) burada da benzer rolde görmek anlamlı.
Filmin eleştirisini okumak için tıklayınız…
16. The Salesman
İranlı yönetmen Asghar Farhadi’nin bu yıl Cannes Film Festivali’nden “en iyi senaryo” ve “en iyi erkek oyuncu” ödülleriyle dönen son filmi The Salesman, dramatik yapısı içindeki güçlü karakter ikilemleri, başarılı oyunculukları, tiyatroyla ilişkili anlatısı ve finalinde yarattığı mideye yumruk yemiş hissiyle yılın etkileyici filmlerindendi. Filmin içerisinde Nuri Bilge Ceylan’ın Uzak (2002) filminin DVD’sinin gözüktüğü ve sınıfta öğretmenin öğrencilerine Dairush Mehrjui’den Gaav (1969) izlettiği sahneler ise sinefillerin gözünden kaçmadı.
15. The Assassin – Suikastçı
Hou Hsiao-Hsien gibi bir ismin Wuxia türünde bir dövüş sanatı filmi çekmesi başlı başına konuşulacak bir olay. Yavaş sinemanın değerli isimlerinden biri olarak böyle bir tercihte bulunması, durumu tuhaf kıldığı kadar ilgi çekici bir hale de getiriyor. Çünkü onun perspektifi bu türü bambaşka bir seviyeden deneyimlememize sebep olabilirdi; nitekim öyle de oldu. Benzer çalışmalar yapan başta yine Güneydoğu Asyalı olan Apichatpong Weerasethakul olmak üzere, Tsai-Ming Liang ya da Hong Sang-Soo gibi Uzakdoğu sinemasını değiştirmiş ve bu konularda öncülük etmiş isimlerin halihazırda üretmeye devam ettiği türlerden farklılaşarak, daha dinamik ve hızlı sahnelerin yer aldığı bir yapım ortaya koydu. Gösterildiği günden bu yana birçok konuda şaşkınlık yaratan film, elbette sadece türüyle öne çıkmıyor. Hou Hsiao-Hsien’in Wuxia özelinde olmasa bile, dövüş sanatlarını işleyen filmleri etkileyebilecek yenilikler ortaya koyduğunu söylemek mümkün. Başta kamera kullanımı ile öne çıkan The Assassin, hikayesini işleyişine kadar pek çok orijinal fikir barındırıyor.
Filmin eleştirisini okumak için tıklayınız…
14. Interruption – Ara
Ara filminde bir tiyatro sahnesindeki izleyici ve oyuncu arasındaki görünmez uzaklık ve yücelik sınırı bir kameranın koroya eşlik etmesiyle bölünüyor. Bu bölünme çok manidar bir sözle ve böldükleri için özür dilemeleriyle başlıyor. Ellerinde silahları olan koro bölümü sahneye çıkıyor ve koronun dili olan bir adam mikrofona yaklaşarak artık oyunu koronun devraldığını ve koronun yön vermesiyle oyunun ilerleyeceğini söylüyor. O anda bir kırılma yaşanıyor çünkü sahnedeki bir kişi direkt izleyicilere hitaben bir konuşma gerçekleştiriyor ve onlarla olmayan bir göz bağlantısı kuruyor. Tragedyanın modern dünyada nasıl sonuçlanması gerektiğinin konuşulduğu bir forum ortamında aile kuramı yıkılmaya, tartışılmaya ve adaletin konumlandığı yerden okunmaya çabalanması izleyicinin kurmacayı ve realiteyi ayırt edememesi eleştirisiyle yükseliyor. Ve bu mesajsız eleştiri izleyicinin gözünü açmak için bir kurban veriyor; bu kurban kutsallaştığı anda tanrı tarafından göklere çıkarılıyor. Ara filmi tam da bu göklerde bitiyor ki bir dansın gerçekçiliği ve uyumu içerisinde insanın zihni ile akılsız algılarının uyumu ve ‘gerçekçiliği’ sorun mekanizmasında ana çark oluyor.
Filmin eleştirisini okumak için tıklayınız...
13. Frantz
“Gouttes d’eau sur pierres brûlantes” ve “Angel” gibi filmlerden sonra yeniden bir dönem filmi çeken Ozon, 20. yüzyılın başlarını konu edinirken siyah-beyaz bir sinematografiyle karşımıza çıkıyor. Bu tercihi ile savaş travmalarının renksizleştirdiği bir dünya sunuyor. Dönemi gerçekçi ve keskin bir bakış açısıyla ele alma çabasını destekleyen bu tercihin bazı anlarda renklere dönüş ile sarsıldığını görüyoruz. Karakterlerin umuda ve güzelliğe sarıldıkları anlarda bir nebze de olsa bu realizmden kaçmaları sonucu renkli ve siyah beyaz görüntüler bir arada veriliyor. 1998 tarihli Gary Ross filmi “Pleasantville”de; televizyonun siyah-beyaz sınırlarının devrim sonucunda renklenmesini hatırlatır şekilde Frantz’da da bu renk kullanımı, sanatın iyileştirici ve daha da önemlisi hafızayı, benliği hatırlatan yapısını vurguluyor. Belki başka bir yönetmenin elinde oldukça sıradan görünecek bu yapı, Ozon’un filminde realizmden izlenimciliğe geçiş yapan ressamları –özellikle de Edouard Manet- anmasıyla daha ilgi çekici ve ikna edici bir şekle bürünüyor.
Filmin eleştirisini okumak için tıklayınız…
12. Neruda
Şili sinemasının en iyi yönetmenlerinden Pablo Larrain’in yine Şili’nin unutulmaz figürlerinden komünist şair, yazar ve senatör Pablo Neruda’nın 1940’ların sonundaki kaçak hayatını ele aldığı film, El Club’da (2015) olduğu gibi Larrain’in usta işi yönetimiyle özel bir politik gerilime, şiir gibi bir biyografiye dönüşüyor. Larrain sinemasına göre daha konvansiyonel bir anlatısı olan Neruda, Larrain’in 2017 Oscar Ödülleri için konuşulmaya başlanan Jackie filmi öncesi Hollywood’a geçişinin habercisi niteliği taşıyor. Larrain, daha ana akım biyografik şablonda bile kendi arthouse sinemasının kodlarından görsel ve kurgusal olarak ödün vermiyor. Dış ses anlatısı, zaman – mekan algısını yok eden bazı sekanslar, El Club’ın kirli ve puslu havasını anımsatan sinematografik tercihler Larrain’in “auteur” kimliğine uygun biçimci tercihleri. Neruda rolünde Luis Gnecco ve dedektif Oscar Peluchonneau rolünde Gael Garcia Bernal unutulmaz performans sergiliyorlar.
11. The Revenant – Diriliş
Filmografisi içinde değerlendirdiğimizde, Diriliş için tematik açıdan Inarritu sinemasında yepyeni bir alan açıyor diyebiliriz. Sinemasında daha önce rastlamadığımız insanlık durumları, doğa üzerine edilen kelamlar ve türsel açıdan durduğu nokta itibariyle yenilik peşinde koşan bir sinemacı izlenimi veriyor Inarritu. Ele aldığı hikâye ve tür açısından belki yeni bir şey söylemiyor ama kendi sineması açısından değerlendirdiğimizde tekrara düşmemesi de önemli diye düşünüyorum. Birdman ile aldığı En İyi Yönetmen Oscar’ı ile özgüven patlaması yaşayan Inarritu, hikâyesine duyduğu inanç ve hâkimiyetle sinema yolculuğuna devam ediyor. Birdman’den sonra bir kez daha Emmanuel Lubezki ile çalışarak, filmin tematik zenginliğini görsellikle bütünleyen yönetmenin, yükselişini sürdürdüğünü söyleyebiliriz. Birdman’de olduğu gibi yine eleştirel anlamda sözünü sakınmayan, iyi noktalara temas eden, görüntü-sanat yönetimi, Leonardo DiCaprio ve Tom Hardy’nin Oscar’lık oyunları, Inarritu’nun ele aldığı temalara hâkimiyeti ve sinema duygusunu sonuna kadar yaşatmasıyla yılın en göz alıcı filmlerinden biri Diriliş.
Filmin eleştirisini okumak için tıklayınız…
10. Manchester by the Sea – Yaşamın Kıyısında
Senaryosuna imza attığı filmler dışında ilk uzun metraj denemesi You Can Count on Me ile dikkatleri çeken Kenneth Lonergan, üçüncü uzun metrajı Manchester by the Sea ile ruhumuza işleyen bir filme imza atıyor diyebiliriz. Yılın en etkileyici dramalarından olan Manchester by the Sea ile seyirciyi darmadağan etmektense hikayesini son derece yalın bir şekilde peliküle aktarmayı tercih eden Lonergan’ın bu tercihi filmin uzun süre akıllardan çıkmamasına yol açıyor. Eklemekte fayda var, Amerikan sinemasının en “underrated” oyuncularından Casey Affleck’in adeta kendisi için yazılmış bir karakter olan Lee Chandler’i canlandırdığı film ile Oscar’a uzanması son derece olası gözüküyor.
9. Elle
Gerçek hayatta karşımıza çıksa muhtemelen pek de hoşlanmayacağımız aykırı bir karakteri tecavüz eksenli bir hikâyenin içine yerleştirip anlatan, üstelik onu kurban değil tehlikeli ve tekinsiz bir hale getiren Verhoeven yılın en başarılı filmlerinden birine imza atmış kanımca. Filmin 2 saatlik süresi boyunca Michele’e üzüldüm, yaşadıklarını hak ettiğine inandım, kurban saydım, katilden beter gördüm, etrafındaki insanlara acıdım ve etrafındaki insanlar yüzünden ona acıdım. Salondan çıktığımda da hissettiğim şeyler yüzünden de kendimi sorguladım uzunca bir süre. Ama bunu hep gülümseyerek yaptım beklenmedik bir şekilde. İzleyicide bu kadar çok ve çeşitli duygu yaratabilmek gerçekten sinema adına harika bir şey naçizane fikrimce. Kaçırmayın derim. Son yılların en ilgi çekici karakteriyle tanışacağınız garanti.
Filmin eleştirisini okumak için tıklayınız…
8. The Handmaiden – Hizmetçi
Chan-wook Park filmde mükemmel bir işçilik çıkarıyor. Güney Kore’de sinemaların dijital sistemlere geçmiş olmasının yarattığı handikapı anamorfik sinemaskop lensler kullanarak aşan ve harikulade bir renk paleti ortaya koyan yönetmen, romansın ağır bastığı bu karakter bazlı senaryoyu dinamik kamera kullanımı ile hareketlendiriyor. Özellikle vinç ve dolly kullanımı ile filmin önemli bir kısmının geçtiği malikanedeki tüm çatışmaları sunmayı başarıyor. İngiliz ve Japon mimarisinden esinlenilerek yapılmış bu malikane, sadece politik açıdan değil sosyal açıdan da karakterlerin davranışlarını şekillendiriyor. İki buçuk saatlik sürenin nasıl geçtiğini anlamasak da yönetmenin pek sevdiği grafik şiddete başvurduğu –ki aslında onu bile aşırıya kaçmadan sunuyor-, bazı sahneler filmin genel dokusuna zarar veriyor ve özellikle hikayenin sonuç kısmında sürenin gereksiz uzamasına neden oluyor. Fakat Stoker’dan sonra ülkesine dönen Chan-wook Park, “iyi ki dönmüş” dedirtecek kalitede bir filme imza atmayı başarıyor.
Filmin eleştirisini okumak için tıklayınız…
7. Spotlight
Spotlight; haberciliğin her ne kadar bir ekip işi olsa da bireysel tercihlerle şekillendiğini de gösteriyor. Mesleki etiğin ve denetleme mekanizmalarının haberciliğin aleyhine çalışmaya başladığı günümüzde bir kahramanlık ya da idealizm masalı anlatmıyor. Bireysel tutkuların hırsla ya da umursamazlıkla dolu olduğunu da göstererek gazetecilerin zayıf ve güçlü yönlerini bir arada ele alıyor. Film belki “etkileyici bir sinemasal deneyim” ya da “daha önce görmediğiniz büyüklükte bir prodüksiyon” değil. Fakat dersine iyi çalışarak, ele aldığı konuyu tüm boyutlarıyla inceleyerek ve bunu da sinemasal açıdan oldukça sade bir dille yaparak sınıftaki havalı çocukların sinirlerini bozan o gözlüklü çocuk olmayı başarıyor. Belki çok konuşuyor ama çok konuşanların beceremediği bir şeyi yapıyor: Doğruları söylüyor.
Filmin eleştirisini okumak için tıklayınız…
6. Wild
İstanbul Film Festivali seçkisinde yer alan ve oldukça öne çıkan Vahşi ya izlemeye tahammül edemeyeceğiniz ya da izlemeye doyamayacağınız ikircikli filmlerden biri. Alman aktris/yönetmen Nicolette Krebitz’in üçüncü uzun metraj filmi olan Vahşi, her yönüyle tam bir kadın hikayesi olarak karşımıza çıkıyor. Lilith Stangenberg’ün dondurucu oyunculuğu, izleyenin bakışlarını da dondurup perdeye sabitlemesiyle hikayeye yadsınamaz bir katkı sağlıyor. Soluk mavilerin ve karanlık bir sinematografinin hakim olduğu filmde Ania (Lilith Stangenberg) çalıştığı iş yerinde bir sekreter gibi kullanılan ve bu durumu sorgulamaz görünen, evine ormanlık bir alandan geçerek giden genç bir kadındır. Ania’nın farklı olduğunu başlangıçtan itibaren belirgin bir biçimde izleyicisine hissettiren Krebitz, bunu en net Ania’nın silahla atış yaptığı sahnelerde hissettirir. Filmin açılış sahnesi olarak görebileceğimiz bu sahne, Ania’nın cinselliğe karşı tutumunu izleyiciye yansıtması açısından çok önemlidir. Anlatının ilerleyen süreçlerinde, geçtiği ormanda vahşi bir kurtla göz göze gelen Ania, bu anın etkisinden çıkamaz ve kurtla bağ kurmak ister. Bu bağ kurma dürtüsü kurdu kontrol altına alma dürtüsüne dönüşür ve Ania’nın hayatını hatta benliğini baştan sona değiştirir.
Filmin eleştirisini okumak için tıklayınız…
5. Arrival – Geliş
Denis Villeneuve ve senaryo yazarı Eric Heisserer, Dilbilimci Louise Banks (Amy Adams)’i hikayenin temeline oturtarak 1950’li yıllarda ortaya atılmış bir dilbilim teorisi olan Sapir-Whorf hipotezinden yola çıkıyorlar. Bu hipoteze göre insanların ve hatta belirli bir kültürün davranışlarını ve düşünce sistemlerini belirleyen yegane unsur dildir; ancak onun sınırları ölçüsünde dünyayı anlamlandırabiliriz ve dış dünyayı algılayabiliriz. Bu izafi hipotezin en azından filmde anlatılan konu için bir temel teşkil ettiğini söyleyebiliriz; zira bunun kabullenilmemesi filmin geri kalan bölümünü anlamsız gözlerle izlemenize neden olabilir. Bunun kabul edilmesi ise Denis Villeneuve’ün teoriyi pratiğe döktüğü uçsuz bucaksız görselleştirme gücüne bir davetiye niteliğinde ve filmden alınacak hazzı oldukça yüksek bir seviyeye taşıyor.
Filmin eleştirisini okumak için tıklayınız…
4. Toni Erdmann
Filmde özgürleşme güldürüden bağımsız düşünülemez; birbirlerini tetikler ve biri diğerinden medet umar. Babanın kızını özgürleştirme umudu, bir anlamda kendi yaşadığı yıkımdan kurtulabilmenin yegâne yolunu güldürüde bulan birinin arayışıdır; ne de olsa güldürü uzatan kadar uzananı da kapsarsa nihai amacına erer. Köpeğinin kaybıyla, kızının mesafesiyle ezilen adamın bildiği tek silâhı – her ne kadar alıcı, yani kızı bundan haz etmese de – kullanarak kendine biçtiği silik amacı yerine getirmeye çalışır. Baba – kızın mutsuzluğu farklı olsa da gereken ilaç aynı. Toni Erdmann’ı da hem karakter hem de film olarak değerli kılan, mutsuzluğa, tutsaklığa bir ağıt yakmaktansa absürtlükle, güldürüyle yaşamın yeniden biçimlenebileceğini göstermesi. Toni Erdmann, neredeyse her sahnede gülümseten, sıklıkla kahkahalarla sinema salonunu inleten bir yapım ve bunu güçlü senaryoyla, mükemmel oyunculukla ve uzun süreyi harika bir avantaja çeviren yan karakterler ve durumlarla başarıyor. Toni Erdmann yılın en başarılı yapımlarından biri ve bu her sahnede, takma dişin takılıp çıkarıldığı her anda kendini hissettiriyor.
Filmin eleştirisini okumak için tıklayınız…
3. Nocturnal Animals – Gece Hayvanları
Ford’un başarısı biçim ile içeriğe aynı oranda önem vermesinde yatıyor. Bir tabloya bakarcasına hayranlıkla izlediğimiz sahneler hem görüntü hem de sanat yönetiminin başarısında saklı. Günümüzde geçen sahnelerde Susan’ın mutsuz ve kapitalizmin uçsuz bucaksız dünyasında sıkışmış ruh halini yansıtan, zaman zaman parlak ama kasvetli bir renk skalası tercih eden Ford, romanda geçen bölümlerde sarı renkleri tercih ediyor. Bu, belki kişisel bir görüş olacak ama, bu tercih izleyicide yıllanmış bir romanın sayfalarını çeviriyormuş izlenimi yaratıyor. Geçmişte geçen sahnelerin büyük bölümünde ise geleceğe umutla bakan Susan’ın mutluluğunu sembolize eden canlı renkler tercih edilmiş. Tüm bu detaylar Ford’un A Single Man’de de birlikte çalıştığı Abel Korzeniowski’nin müzikleriyle harmanınlanca en zor sahnelerin dahi duygusu seyirciye kolaylıkla geçiyor. Burada filmin iç içe geçen katmanlı kurgusunun da seyircinin algılarıyla olumlu biçimde oynadığını eklemek gerekiyor. Özellikle Susan ile Tony’nin duş aldıkları sahne ile her iki karakterin kalp atışlarını ve nefes alışlarını birlikte duyduğumuz son sahne ders niteliği taşıyor.
Filmin eleştirisini okumak için tıklayınız…
2. American Honey
Yol filmleri, genellikle keşfettirdikleriyle daha da çekici hale gelir. Andrea Arnold, dördüncü uzun metraj filmiyle birlikte inşa etmek istediği sinema dili bağlamında, bu keşif yolunu özgün bir şekilde açıyor. Arnold’un karakteristik yönlerinden biri olarak yine 1:37:1 ölçeğinde izlediğimiz film, Amerikan Rüyası’nı ters ve aslında o kadar da parlak olmayan tarafından ele almak istiyor. Yol boyunca çizdiği rota ile bu rüyayı irdelemeye devam ediyor. Bireysel çıkış noktalarından daha geniş ve toplumcu çıkarımlara varabilen bir yolculuk American Honey. Tutku, aşk, hırs ve aidiyet arasında gezinirken savrulmamaya çalışan genç Star’ın evden kaçışını anlatan Amerikan Honey, yılın en dikkate değer filmlerinin başında geliyor. Andrea Arnold, özellikle close-up çekimlerle karakterlerin dışavurumlarını, oyuncuların doğallıklarını korumalarıyla yakalıyor. Müziklerle beslediği sahnelerinin gücü, sinematografik tercihlerle iyice artıyor. Seyirciyi karmaşık duygularla baş başa bırakan American Honey, doğru hamlelerle izlemesi zevkli ve değerli bir yapım halini alıyor.
Filmin eleştirisini okumak için tıklayınız…
1. La La Land – Aşıklar Şehri
Aşıklar Şehri – La La Land belki ilk bakışta inanmanın pek mümkün olmadığı bir hikayeye sahip. Oyunculuk düşleri kurmasına rağmen seçmelerden eli boş dönen Mia (Emma Stone) ile cazı kurtarmak gibi bir ütopyanın peşinden koşsa da asıl olarak kendi caz kulübüne sahip olmak ve bir bakıma cazın hakkını vermek isteyen Sebastian (Ryan Gosling)’ın aşkı, büyük tesadüflerle ve tahmin edilebilir kırılmalarla işleniyor. Fakat bu Damien Chazelle’in filmi için bir sorun teşkil etmiyor çünkü Chazelle, tüm yeteneğini filmin her karesine bulaştırmayı başarıyor. Bir röportajında müzikallerde bir anda şarkı söylemeye başlayan tiplerden önceleri nefret ettiğini ama sonraları bunu avangart bir gelenek olarak kutsadığını belirten yönetmen, daha açılış sahnesinden itibaren bu kutsamayı beyazperdeye yansıtmayı biliyor. Gri tonların ağırlıkta olduğu otoyolda, sıcak bir Los Angeles öğlenini rengarenk bir birliktelik duygusuyla kaplamayı başararak daha ilk sahneden izleyicinin gönlünü çalıyor. Chazelle’i bir dönem rahatsız eden bu yaklaşıma alerjiniz yoksa –yani genel olarak müzikallere!-, filmin geri kalanının da aynı tempoda ve birbirinden renkli numaralarla süslendiğini, neredeyse boş geçilen bir an olmadığını söyleyebilirim.
Filmin eleştirisini okumak için tıklayınız…