2017 sinema adına skandallarla hatırlayacağımız bir yıl oldu. 89. Akademi Ödülleri’nde En İyi Film Ödülü’nün yanlışlıkla La La Land’e verilmesiyle başlayan skandal süreci, arka arkaya çözülmeye başlayan ve Hollywood’un Weinstein, Kevin Spacey gibi güçlü isimlerini sektörden silen taciz ve tecavüz skandallarıyla devam etti. Bu çözülme elbette Hollywood’da kadınların bir arada ve daha güçlü hissetmesini sağladı. Bu önemli açılımlar bir yanda devam ederken 2017’nin film bazında doyurucu bir yıl olduğu söylenebilir. Birbirinden çok farklı janrlarda, Hollywood’un büyük bütçeli yapımlarından Avrupa sinemasının minimal filmlerine kadar her alanın kendine has, dolu dolu örneklerini verdiği bir yılı geride bıraktık. Her yıl yaşanan “Bu film, bu yılın filmi değil” tartışmalarını sona erdirebilmek adına geçtiğimiz yıllarda başladığımız “filmin yıl içerisinde Türkiye’de prömiyer yapmış olması” kriterini bu yıl da odak noktamıza alarak 2017’nin en iyi filmleri seçkimizi oluşturduk.
2017’nin En İyi Filmleri
20- O Ornitólogo
Kuş gözlemcisi Fernando, ormanın derinliklerinde ve doğanın huzur verici dinginliğinde dürbünüyle gökyüzündeki yaşamı izlemektedir. Her şey, her zaman olduğu gibi gelişmektedir, ta ki nehirdeki akıntı Fernando’nun botunu kapıp götürene kadar…
Locarno’da bu son filmiyle En İyi Yönetmen ödülüne layık görülen João Pedro Rodrigues bu filminde yine kendine özgü oluşturduğu sinema dili ve nevi şahsına münhasır sinemasıyla sinefilleri büyülemeyi başarıyor.
19- Star Wars: The Last Jedi
Yönetmen Rian Johnson, iyiyle kötünün, İlk Düzenle isyancıların amansız savaşında, kendisinden klasik bir Star Wars filmi de beklendiğinden, yenilik getiremeyeceğini çok iyi biliyordu. Bu yüzden senaryoyu kaleme alırken farkını da ortaya koyabilme adına, çareyi seyircinin hiç beklemeyeceği sürpriz hamleler yapmakta bulmuş. Güçle ilgili söyledikleriyle, duyguyu verebilmesiyle ve alkışı hak eden yönetmenliğiyle The Last Jedi’ın başarısını Rian Johnson’a borçluyuz.
18- Porto
Brezilya doğumlu Amerikalı yönetmen Gabe Klinger’ın 35mm, 16mm ve Super8 film formatlarını bir arada kullanarak geri dönüşlerle bir aşkın anatomisini incelediği filmi Porto; oldukça talihsiz bir kaza sonucu hayatını kaybeden genç ve başarılı oyuncu Anton Yelchin’in rol aldığı son filmlerden biri olarak da dikkatleri çekiyor. Adını aldığı Portekiz kentinde geçen tutkulu bir “ilk görüşte aşk” hikâyesini ekranlara taşıyan Porto; Amerikalı Jake ile Fransız öğrenci Mati’nin birkaç tesadüfi karşılaşmanın ardından, bir gece beraber olmaya karar vermelerinin akabinde yaşananları aktarıyor. Yaşadıkları beklenmedik, olabildiğince özgür ve sarsıcı deneyim, yıllar sonra bile hatıralarında yer tutarken Jake ve Mati’nin birbirlerinden ayrı düşen hayatlarındaki özlemler, hayal kırıklıkları, tutkular ve pişmanlıklar da dile geliyor.
17- Get Out
Get Out’u yakın zamandaki Don’t Breathe, The Witch, It Follows gibi türdeşlerinden ayıran en önemli nokta filmin salt bir korku/gerilim filmi olmaması. Özellikle yönetmeni Peele’nin komedyen olmasının bunda payı büyük, zira Get Out’un korku ve hicvin iki önemli bileşeni olarak tasarlandığını, gerilimini ustaca adım adım “ırkçılık” teması üzerinden artırırken aniden izleyiciye rahatsız edici kahkahalar attırabildiğini, hatta fantezi ögelerinin devreye girmesiyle iyice uçuk noktalara varabildiğini belirtmek gerek.
16- Zama
Antonio Di Benedetto’nun, Arjantin edebiyatının en iyi eserleri arasında yer alan aynı adlı romanından uyarlanan, Arjantinli auteur sinemacı Lucrecia Martel’in dokuz yıl aradan sonra yönettiği 4. sinema filmi Zama, Paraguay’daki İspanyol kolonisinde görevli olan Don Diego De Zama’nın etrafında şekillenen tarihi ve psikolojik bir film. Arjantin’in Yabancı Dilde Oscar Aday Adayı olan film, oldukça etkileyici bir tecrübe vadediyor. Lucrecia Martel’in son filmi Zama, bütün detaylarıyla ve dolu alt metniyle gösterişli bir sinema tecrübesi sunuyor. Zama, dokuz yıllık bir aradan sonra dönüş yapan bir yönetmenin sinemanın hem anlatısal hem de görsel gücünün sınırlarını zorladığı son derece özgün bir film.
15- Cameraperson
Daha önce Fahrenheit 9/11 ve Citizenfour gibi önemli belgesellerde görüntü yönetmenliği ve kamera operatörlüğü yapmış olan Kirsten Johnson, Cameraperson’da önceki çalışmalarından artakalan ve kişisel çekimlerinden yola çıkarak kamerasına yansıyan görüntüleri kurguluyor. Fakat ilk bakışta rastgele düzenlenmiş gibi görünse de film, özellikle yaşam ve ölüm, umut ve hayal kırıklığı gibi ikilemler üzerinden birçok duyguyu perdeye taşımayı başarıyor. Nijerya’da ölmek üzere olan bir bebeğin kurtarılma çabası, Bosna Savaşı’nda zulüm görmüş insanların yaşama tutunmaları, Johnson’ın yakın zamanda kaybettiği annesine ait görüntüler ya da bir yıldırımın düşüş anını yakalamanın heyecanı, garip bir şekilde izleyenler üzerinde meditatif bir etki yaratıyor. Her şeyden öte, Cameraperson’un sinemadan çıkan kişi üzerinde tuhaf bir iyileştirici gücü var. Bu gücü de Johnson’ın adeta konuşan ve yaşayan kamerasına borçlu.
14- Una Mujer Fantástica
Una Mujer Fantástica, trans bir kadının trajik bir kayıptan sonra topluma ve otoriteye karşı verdiği mücadeleyi anlatıyor. Daniela Vega’nın performansıyla değerlenen Muhteşem Kadın, toplumun önyargılarını resmederken tabuları yıkmayı amaçlıyor.
13- 120 battements par minute
1990’ların başında sayısız hayatı karartan ve sonlandıran AIDS’e karşı dünyanın her yerinde oluşturulan sivil örgütlerden biri olan ACT-UP Paris’in bünyesindeki üyelerin AIDS’e karşı karşı toplumun duyarsızlığı, bilgisizliği ve ilaç şirketlerinin çıkarcılığıyla mücadelesini anlatıyor. Prömiyerini yaptığı Cannes Film Festivali’nde büyük ses getiren filmdeki duygularla bizim Gezi’de hissettiklerimiz aynı: Direne direne kazanacağız!
12- Personal Shopper
Personal Shopper, materyalizmin ve spiritüalizmin ürkütücülüğünü tuhaf bir atmosferde karşı karşıya getiren, Assayas’ın riskli ve tavizsiz tercihleriyle benzersiz bir deneyim yaratan, Kristen Stewart’ın performansıyla güçlenen, çok tartışılan ve izleyenleri ikiye bölen türden bir hayalet hikayesi.
11- The Square
2014 yılında Force Majeure ile bireysel eylemsizliğe yönelik kurguladığı anlatı aracılığıyla gönüllerimizi fetheden Ruben Östlund, bu başarısını daha da taçlandırarak bireysel eylemsizliği toplumsal duyarsızlığa dönüştürdüğü The Square filmine imza attı. Bu yıl Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye ile ödüllendirilen ve İsveç’in Oscar aday adayı olarak açıklanan The Square kesinlikle beyazperdede deneyimlenmesi gereken satirik bir şaheser.
10- Three Billboards Outside Ebbing, Missouri
Başarılı senaryosu ve başta McDormand ile Rockwell olmak üzere döktüren oyuncu kadrosu ile Üç Billboard bu senenin kaçırılmaması gereken yapıtlarından. Yakınlık kurabileceğiniz, diyaloglarına hayran kalacağınız ve bazen gerçekten kahkaha atabileceğiniz bir film olduğu aşikar.
9- Death in the Terminal
Özetle, Tali Shemesh ve Asaf Sudry, belgesel süresince gerçekleşen terör saldırısı hakkında, tanıkların anlattıkları dışında herhangi bir bilgi vermeyerek, olay hakkında bilgi sahibi olmayan seyircinin belgesel süresince kendisiyle yüzleşmesini sağlıyor. Belgeselin başladığı ilk anda hissettiklerimiz ile belgeselin sonunda hissettiklerimiz arasında büyük farklılık oluşurken, film sona erdiğinde yaşanan olayı değil; önce kendimizi, ardından ise insanlığı sorgulamaya başladığımız bir yolculuğa çıkıyoruz.
8- The Killing of a Sacred Deer
Kutsal Geyiğin Ölümü intikam ve adalet kavramlarının kıskacında seyircisinin psikolojisi ile ustalıkla oynamayı başarıyor. Beklentiler yükseldikçe Yorgos Lanthimos’un üzerindeki yük artsa da Yunan yönetmen hayal kırıklığı yaratmamaya devam ediyor.
7- Thelma
Norveçli yönetmen Joachim Trier’in senaryosunu, uzun zamandır birlikte çalıştığı Eskil Vogt ile kaleme aldığı Thelma, yönetmenin sinemasını üzerine inşa ettiği gençlik teması üzerine kurulmuş olsa da, imgeler, ışık kullanımı ve gerilimin dozajının artılması gibi detaylarla Trier’in sinemasında yeni bir kapı araladığı film olarak görülebilir. Filme adını da veren Thelma isimli genç bir kızın, kendini ve bedenini keşfetmeye başlamasıyla, süper güçleri olduğunun ortaya çıkması meselesinde cadılık mitlerinden beslenen Trier ve Vogt, bu süreci çoğunlukla yılanlar üzerinden aktarılan metaforlarla anlatmayı tercih ediyor. Trier’in bu bilimkurgu soslu, erotik gerilimi Thelma, bittikten sonra üzerine uzunca bir süre düşündürecek malzeme bırakıyor.
6- Good Time
Kötü bir banka soygunu sonrasında Constantine Nikas (Robert Pattinson), kardeşini hapisten çıkarmak için gittikçe çaresiz ve tehlikeli bir girişimde bulunarak kentin yeraltı dünyasına giriş yapar. Adrenalin dolu bir gece boyunca Constantine; kardeşini, kendisini kurtarmak ve hayatını dengede tutmak için kendisini şiddet ve karmaşanın hüküm sürdüğü zamana karşı bir yarışın içinde bulur. Safdie Kardeşlerin tek geceye sığdırdığı bu zamansız hikaye yılın tartışmasız en iyilerinden.
5- mother!
mother! esas ironisi yakalandığı takdirde içinizde şimşeklerin çakmasına yol açabilecek derecede derinlikli hikayesi ve anlatım biçimiyle Aronofsky’nin ve hatta yılın en iyi filmlerinden biri!
4- Lady Macbeth
Lady Macbeth, vizyonda yoğun bir biçimde ön plana çıkmamış olsa da, yılın en ilgi çekici yapımlarından biri ve Lady Macbeth’i bu noktada başarıya taşıyan en önemli unsurlardan biri de kesinlikle Florence Pugh’un performansı. Kafasından geçenleri tam olarak anlayamadığınız bir karaktere muhteşem bir biçimde hayat veren Florence Pugh, Lady Macbeth’in yer yer donuk yer yer şiddetli etkileyiciliğini en üst düzeye taşıyor.
3- Teströl és lélekröl
Ildiko Enyedi’nin 18 yıl aradan sonra “Altın Ayı” ödüllü geri dönüşü On Body and Soul, rüya ve gerçek arasında yarattığı katmanlı fantezisini başrol oyuncularının etkileyici kimyalarından ve sinematografisinin gerçeküstücü, şiirsel, incelikli dilinden güç alan farklı, çarpıcı, duygusal ve arıza bir aşk filmi.
2- Raw
Justine’in hikayesi kağıt üzerinde son derece sıra dışı duruyor; beyazperdede ise adeta ete kemiğe bürünüyor ve kulağa çılgınca gelen bir hikayeden gerçek olmasını arzuladığımız bir şehvete dönüşüyor. Raw, her detayını iliklerimize kadar hissedebildiğimiz modern bir başyapıt.
1- Call me by Your Name
Call Me By Your Name, birbirlerini sadece bedenlerinin değil ruhlarının da bir parçası yapmayı ve hep şizofren kalmayı hedefleyen iki aşığın ve saf tutkunun hikayesi. Anlatısıyla görsel stilini son derece uyumlu kuran filmin tüm bu güzellikleri bize özel bir şey söyler: Ne kadar çok değişir ve dönüşürsek o kadar çok kim olduğumuza yaklaşırız ve bazen değişimi istemesek, hatta ona karşı koymaya çalışsak da aşk tüm duvarlarımızı yıkar.
*Filmlerin tanıtım yazıları, web sitemizde yer alan eleştirilerinden alınmıştır.
Katkıda bulunanlar: Batu Anadolu, Ecem Şen, Utku Ögetürk, Burak Ülgen, Furkan Yücel, İbrahim Cem Özsefil, Serdar Durdu, Gizem Çalışır.