Bu yıl 29. kez düzenlenen Ankara Uluslararası Film Festivali, geçtiğimiz yıllardan farklı olarak ana sponsoru olmadan gerçekleşti. “Ana sponsoru olmadan düzenlenen festival” tanımı, ilk bakışta çok bir anlam ifade etmese de süreci yakından takip ettiğimiz, daha da önemlisi günümüz Türkiye’sinin şartlarını göz önüne aldığımızda önem kazanıyor. Vakıf Başkanı İrfan Demirkol ile konuştuğumuzda son ana kadar bir ana sponsor ile anlaşma konusunda önemli yol kat ettiklerini ancak son anda hem ülkenin hem de sponsor olmak üzere görüştükleri markanın içinde bulunduğu durum sebebiyle gerçekleşmediğini söylüyor.
Özellikle, Türkiye’deki film festivalleri nezdinde konuşacak olursak ana sponsor bulabilmek konusunda son ana kadar görüşmeler son derece olumlu yönde giderken ne yazık ki son kertede bu sponsorluklar gerçekleşmiyor; buna sıkça şahit oluyoruz-belediyelerin sponsorluğunda düzenlenen festivalleri ayrı değerlendirmek gerekiyor. Bir başka festivalden örnek verecek olursak, birkaç yıl önce TÜRSAK Vakfı’nın düzenlediği Randevu İstanbul Film Festivali’nin ana sponsorluğu için TJK (Türkiye Jokey Kurumu) ile büyük ölçüde anlaşıldığı ancak TJK’nın, programda yer alan filmlerin TJK TV’de de yayınlanması yönündeki epey saçma isteğinin, hem festival yönetimi hem de ithalatçılar tarafından kabul görmemesi sonucu festivalin sponsor bulamadan yola çıkmak zorunda kaldığını biliyoruz.
Bu bilgiler ışığında tüm zorluklara rağmen son derece düzenli ve başarılı bir şekilde düzenlenen Ankara Uluslararası Film Festivali’ne dönecek olursak; Ankara’nın hem sektör çalışanları hem de sinemaseverler için ayrı bir yeri olduğunu söylememiz gerekiyor. Öyle ki, Ulusal Yarışma’nın kaldırıldığı Antalya’yı saymazsak, İstanbul’un ardından Adana ile birlikte ülkenin en kıymetli film festivallerinden biri konumunda bulunan ve yerli sinemacıları ödüllendirmeye devam eden Ankara Uluslararası Film Festivali’ni takip ettiğimizde, Ankara’nın sadık seyircisinin de etkisiyle tüm şehre yayılan bir festival şöleninden bahsedemesek de, festivalin gerçekleştiği Büyülü Fener ve etrafında sinemaseverlerin buluştuğunu, bu seyircilerin filmler üzerine sohbet ettiğini ve soru-cevap için gelen yönetmenlere sordukları sorularla diğer şehirlerde düzenlenen festivallerin aksine tam bir sinefil kitlesi oluşturduğunu görüyoruz.
Festivalin yarışma programına baktığımızda, kısa süre önce düzenlenen İstanbul Film Festivali ile ciddi bir benzerlik görüyoruz, her sene olduğu gibi. Malum, aynı yıl içerisinde üretilen filmler her festivali geziyor; üstelik “vizyon” kısıtlaması olmadığı için bazı filmler hala vizyondayken festival programında da yer almaya devam ediyor, Kelebekler gibi. Bazı filmler ise çoktan vizyondan kalkmış olmasına rağmen, yarışmanın en güçlü adaylarından biri olabiliyor, Sofra Sırları gibi. Bu şartlar altında değerlendirdiğimizde, oluşturulabilecek en kuvvetli yarışma programının oluşturulabildiğini söyleyebiliriz. Ancak, vizyondaki filmlerin festivallerde yarışmasıyla ilgili, mutlak bir çözüm bulunması gerektiğini düşünüyorum. Aksi halde, filmlerin niteliği sebebiyle film çöplüğüne dönüşen yarışma programları, her geçen yıl prestijlerini de yitirir olacak.
Ulusal Uzun Film Yarışmasında hem festival jürisi hem de SİYAD jürisi tarafından En İyi Film ödülüne Mehmet Ali Konar’ın 90’ların politik atmosferinde annesinin ölümünün ardından içine kapanan bir çocuğun hikayesini anlattığı “Renksiz Rüya” filmi layık görüldü. Programda izleyemediğim tek film olduğu için üzerine söyleyebilecek çok bir sözüm yok. Ancak, İstanbul Film Festivali’nde verilen ödüllere baktıktan sonra Ankara’dan çıkan kararlara daha yakın olduğumu söyleyebilirim; Tuğçe Altuğ’un “Kelebekler”deki performansının ödüllendirmesi dışında.