Îmi este indiferent daca în istorie vom intra ca barbari – Tarihe Barbarlar Olarak Çeksek Ne Olur Sanki
Daha önce Aferim! ve Yaralı Kalpler – Inimi cicatrizate gibi filmleriyle uluslararası festivallerde dikkat çeken Rumen yönetmen Radu Jude’nin sinemasının genel olarak iddialı, filmlerinin biraz “fazla” tasarlanmış olduğunu pekâlâ söyleyebiliriz. Bu da yönetmenin eserlerinin içine girilebilirliğini bıçak sırtı bir noktaya çekiyor. Yönetmenin geçtiğimiz yıl Karlovy Vary Film Festivali’nde en iyi film seçilen son eseri Îmi este indiferent daca în istorie vom intra ca barbari, sınırları ciddi derecede zorluyor bu bağlamda. Romanya devletinin 1941 yılında gerçekleştirilen Yahudi soykırımında oynadığı rolü temsil eden, bir bakıma ipliğini pazara çıkaracak bir oyun sahnelemek isteyen bir tiyatro yönetmeni var anlatının merkezinde. Lakin konvansiyonel bir yol izlemek yerine, meta bir anlatı kuruyor Jude ve henüz başlangıçta ana karakterini kameraya doğru konuşturarak filme belgeselvari bir üslup da katıyor. Filmin tamamı da bu denge üzerinden yürüyor aslında. Tüm üstü kapalı ya da doğrudan uyarı ve sansür girişimlerine rağmen oyununu sahneleme konusunda büyük bir kararlılık sergileyen yönetmeni tüm bu süre boyunca takip ediyor oluşu, anlatının bir hayli didaktikleşmesine sebep oluyor. Çünkü süresi iki buçuk saate yakın olan filmin büyük bir kısmı, ana karakter ve çevresindekilerin oyuna konu olan tarihi gerçekler üzerine konuşmalarını, tartışmalarını perdeye yansıtıyor. Bu da karakterlerin -ya da yönetmenin- konu üzerindeki görüşlerini doğrudan ifade etmemesi sebebiyle, metni didaktikleştiriyor ister istemez. Velhasıl, yönetmen Radu Jude’nin bundan kaçınmak gibi bir gayesi yok; hatta bu durumu son blokta kesintisiz bir şekilde gösterdiği tiyatro oyunun seyirci nezdinde karşılığını bulması için bir dayanak olarak kullanıyor. Bu bağlamda Îmi este indiferent daca în istorie vom intra ca barbari’nin; tarihe, tarih yazımına, tarihle yüzleşme mevhumuna dair didaktik olmaktan çekinmeden, güçlü cümleler kuran ama seyirciden de sabır isteyen bir yapım olduğunu söyleyebiliriz.
70/100
In My Room – Odamda
2011 tarihli önceki filmi Uyku Hastalığı – Schlafkrankheit ile o yılki Berlin Film Festivali’nden En İyi Yönetmen Ödülü ile dönen Alman sinemacı Ulrich Köhler’in yedi sene sonraki dönüşünü müjdeleyen In My Room son derece orijinal bir fikre dayanıyor: Gündelik hayatı tepetaklak giden, hayatının ona sunduğu sunduğu şartların etkisiyle oradan oraya savrulan Armin isimli başkarakter, bir sabah uyandığında dünyadaki tüm insanların, sebebi bilinmeyen bir şekilde öldüğünü fark eder. Kulağa ilk başta Ben Efsaneyim – I am Legend minvalinde bir “dünyadaki son adam” anlatısı gibi gelen bu yapı, Armin’in yaşanan fantastik gelişmeler karşısında gösterdiği tutumla birlikte farklı bir yola giriyor. Zira Armin için durum bir felaketten ziyade, içinde bulunduğu ve onu bir bakıma boğan hayattan kurtuluşun yolu oluyor. Medeniyetin yok olduğu bu ortamda, kendine ait, kurallarını kendinin koyabildiği, modernitenin dayatmalarından uzak, doğayla iç içe yeni bir medeniyet inşa ediyor.
Filmin devamında anlatının girdiği yollar, In My Room’un kurduğu “sade fantastikliği” zedeliyor bir bakıma. Orijinal bir fikir üzerine başarıyla kurulmuş film, bu yolları takip ederek daha önce benzerlerini gördüğünüz odalara girip çıkmaya başlıyor. Bu girişim, filmin temel fikrinin taşıyabileceğinden daha fazlasına ulaşabilme gayretiyle yapılıyor gibi görünüyor birçok noktada. Hâl böyleyken, Ulrich Köhler’in şimdilik son filmi olan In My Room’un odağını genişletmeye çalışırken çekirdek fikrine zarar verdiğini, distopya anlatılarını ters yüz edebilecek bir güce sahipken bu potansiyeli pratiğe dökemediğini söyleyebiliriz. Fakat tüm bunların ötesinde film, sanat ve prodüksiyon tasarımıyla takdiri ve görülmeyi sonuna kadar hak ediyor.
70/100