37. İstanbul Film Festivali kapsamında gösterilen Gizemli Dil – The Sounding filminin yönetmeni Catherine Eaton ile filmin yapım süreci, hikâyesi ve esin kaynakları üzerine keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik.

Söyleşi: Ekin Can Göksoy

Fotoğraflar:  Asya Danilova – Mariya Bulat

Ekin Can Göksoy: Bildiğim kadarıyla, aynı konuda ve isimde bir kısa filmin de var. Bunu böyle mi planlamıştın yoksa kısa filmi çektikten sonra mı uzun metraj versiyonunu da yapmaya karar verdin?

Catherine Eaton: Aslında biraz tersten işledi. Uzun metraj için yeşil ışık yakılmıştı – senaryoyu yazmış ve fon bulmuştuk, gösterimlerde bu muhteşem hikâyeyi anlatıyoruz hep – ama daha önceden hiç yönetmenlik deneyimim yoktu. Ben de yönetmenlik yeteneği ve vizyonu var mı görmek için, yani hiçbir şeyden taviz vermeden hem yönetip hem oynayabilecek miyim diye görmek için ve kendimi uzun metraj için bir tür laboratuvara/film okuluna sokmak için bir kısa film yönetmeye karar verdim. Uzun metrajda olma ihtimali olan ama sonradan koymadığımız bir sahne yazdım. Bu sahnede HBO’nun The Wire dizisinde de oynayan Frankie Faison, Roland rolündeydi (uzun metraj filmde de yer alıyor) ve ben de hayatımın yaratıcılık bakımından bana en çok şey katan deneyimini gerçekleştirdim. Hemen uzun metraj için hazırlıklara ve yapım sürecine başladık. Asla arkama bakmadım; verdiğim en iyi karardı. (Merak edenler için küçük bir not; kısa filmi şu ana kadar hiç yayınlamadığımız için filmi dijital olarak piyasaya sürerken iTunes ekstralarına kısa filmi de eklemeyi düşünüyoruz!)

Ekin Can Göksoy: Filmin ilk yarısında, Rousseau’cu bir hayata tanıklık ediyoruz; sakin, doğada geçen basit bir hayat, öte yandan edebiyatın güzellikleri de dahil bu hayata. Ancak, sonrasında, her şey kapalı, klostrofobik bir ortama dönüşüyor. Bence bu dönüşümü ve güçlü kurumların karşısında kalan insanı çok güzel aktarmışsın. Ancak, sormak istediğim şu, sen ve elbette filmin kent yaşamının karşısında doğanın tarafını tutuyor musunuz?

Catherine Eaton: Filmi yaparken, içimizdeki vahşi doğanın ne kadarını toplumumuzun yapısı ve güvenliğine hizmet etmesi için ehlileştirdiğimizi merak ediyordum. Ve bu gerçekten gerekli miydi? Kim karar veriyordu buna? Bunu yaptığımızda nelerden taviz veriyorduk?  Vahşi doğa ve adanın terbiye edilmemiş doğası filmde dahili ve harici bir özgürlük için bir mekan olarak duruyor. İnsan eliyle yapılmış hastane yapısı ise insanlığın kontrol empoze etme çabasını temsil ediyor. İki ortamı da farklı sebeplerden ötürü etkileyici buluyorum – filmin çatışması bana göre doğaya karşı kentten ziyade bireyin sosyal yapılar karşısındaki konumu. Toplum olarak kendimize sorabileceğimiz en önemli sorulardan birisi bana göre şu: aktif bir şekilde farklılıklarımızı korurken beraber yaşayabileceğimiz bir anlaşmayı sürdürmenin bir yolu var mı?

Ekin Can Göksoy: Aklıma hemen, Fırtına geldi. Prospero’ya kentte ihanet edilmişti, ama inzivaya çekilmiş bir şekilde doğada yaşarken güçlerini kazandı. Prospero, Miranda, Ferdinand ve Lionel Liv, Michael arasında bir kıyaslama yapsak ne düşünürsün? Bana göre, Liv yalnızca Miranda değil, ayrıca, bir ölçü de, Prospero’ydu.

Catherine Eaton: Harika! Katılıyorum – Liv’i yalnızca Miranda ile eşleştirmek çok doğru olmaz. Caliban’ın da filmde güçlü bir şekilde yer aldığını düşünüyorum, bir karakter olarak değilse de filmin cevap aradığı sorularda bu böyle. Ayrıca filmin Kral Lear, Hamlet ve Bir Yaz Gecesi Rüyası oyunları ile de güçlü bağları var (ilginç bir bilgi: Shakespeare’in tüm oyunları ve sonelerinin büyük bir kısmı alıntılandı ya da filmin bir yerinde kullanıldı). Bununla beraber, Shakespeare hakkında hiçbir şey bilmeden de filmden keyif alabilirsiniz, çünkü hikâye aslında hiç de Shakespeare ile ilgili değil.

“Hayal edebildiğimiz şey oluruz ve filmlerimiz de kolektif hayal gücümüzdür.”

Ekin Can Göksoy: Genelde, erkek yazar/yönetmenlerin inandırıcı kadın karakterler yaratması zordur. Ancak tersi tam da doğru değil gibi görünüyor, senin filminde de durum böyle. Bence, hem Michael hem de Lionel güçlü karakterler. Kadın bir yönetmen/yazar olarak bu konudaki görüşlerini merak ediyorum?

Catherine Eaton: Nazik sözlerin için teşekkür ederim, Ekin. Bence her hikâye anlatıcısı, kendi kimliklerinden bağımsız olarak, kompleks ve inandırıcı karakterler yaratabilmelidir. Burada önemli olan empati kurmak. Kadınların erkek karakter yaratırken erkeklerin kadın karakter yaratmakta olduğundan daha başarılı olduğunun düşünülmesi aslında kimin daha çok empati kurmak zorunda kalmış olduğu ile ilgili. Kadınların empati yeteneği var, erkeklerin yok demiyorum. Empati genetik değildir, öğrenilir. Muhteşem kadın karakterler yazmış erkekler de vardır. Yalnızca yeterince çok yok. Bazı erkekler kadınlar kadar aktif biçimde empati geliştirmek zorunda kalmamışlardır çünkü – iktidar sahipleri olarak – en erişilebilir hikâyeler ve medya onlara onlar tarafından anlatılır. Kendileri hakkında olmayan pek de hikâye izlememişlerdir. Bu hikâyeler empati kurmayı öğrendiğimiz hikâyelerdir. Kadınlar ise tüm hayatları boyunca erkek karakterleri izlemişlerdir; erkek karakter yazabiliyoruz çünkü hayalimizde o hayatları yaşadık.

Sinema camiasında biz hikâyelerimizi çeşitlendirerek dünyadaki empati stoğunu artırabilme şansına ve – bence – sorumluluğuna sahibiz. Bunu farklı kültürlerden gelen hikâye anlatıcılarını destekleyerek de yapabiliriz (ki yapmalıyız da) ya da bireysel kimliklerimizin ötesine hayal gücümüzü geliştirerek yapabiliriz. Bir yazar ya da yönetmen olarak mükemmel bir başlangıç noktası kendinizi yakın hissettiğiniz bir karakter yazmak ya da yönetmek (diyelim ki, beyaz, heteroseksüel erkek)  ve sonra ismini, tüm tanımlamanızı değiştirerek zengin kompleks bir kadın (ya da siyah ya da LGBTİ+ karakter) karaktere sahip olmaktır. Yani, hayal edebildiğimiz şey oluruz ve filmlerimiz de kolektif hayal gücümüzdür. Onları dünyada var olan çeşitliliği tamamen yansıtacak şekilde gerçekleştirelim.

The Sounding - Catherine Eaton-FilmLoverss

Ekin Can Göksoy: Liv’e okuduğu yazarlardan bahsederken Lionel ilk Foucault’nun adını veriyor. Belli ki bu tesadüfi değil. Liv Foucault’cu “iktidarın olduğu yerde direniş de vardır” ifadesini kanıtlayan bir karakter. Tüm film zaten bize toplumun normlarına boyun eğmeden kendi seçimlerimizi yaşayamayacağımızı gösteriyor. Bir tıp doktoru bile “psikiyatri/tıp kurumlarının kuralları” karşısında çaresiz kalıyor. Yine de, Foucault’nun çalışmalarını ne noktaya kadar kullandığını sormak istiyorum. Yahut, Liv’i tamamıyla Foucault’dan etkilenmiş bir karakter olarak tasvir eder misin?

Catherine Eaton: Biz senaryoyu yazarken Liv’in karakteri, yolculuğunun hakikatini bize dikte etti. Bizim hayal gücümüze bir bütün olarak geldi ve bunu filmi yönetirken ve onu canlandırırken de hissettim. Lionel’in Liv’e Foucault okuması ise, Liv’in yolculuğu ve eylemleri ortaya çıktıktan çok sonra güzel bir dokunuş olarak geldi. Bu yüzden de Liv’i oluştururken ya da senaryoyu yazarken Foucault doğrudan bizi etkilemedi, bununla beraber, Lionel’in Liv’e Foucault okuması ve Liv’in mücadele ettiği konuların – iktidar, direniş, bilgi – Foucault’nun mücadele ettiği konular olması da çok anlamlı.

Ekin Can Göksoy: Şimdi sıra Shakespeare’de. Bir noktada, Lionel tüm yaşamı Shakespeare’de bulabileceğimizi söylüyor. Buna tamamıyla katılıyorum. Fakat, şunu sormam gerek, Shakespeare’i dramaturjik bir araç olarak mı seçtiniz yoksa tüm hikâyeyi baştan bunun etrafında mı kurdunuz?

Catherine Eaton: Liv’in yapısını bozduğu dili Shakespeare’den geliyor ve bu kişisel bir deneyime dayanıyor. Birkaç yıl evvel, Los Angeles’ta yaşarken annemin sakatlandığının haberini aldım ve ona bakmak için memleketim olan Vermont’a döndüm. Üç gün sonra kendimi kırsal bir alanda buldum. Annemin iyileşmesine yardımcı olurken yapabileceğim tek şey çiftlik işiydi ben de kollarımı sıvadım ve bu işi öğrendim. Bunu altı ay boyunca, uzun günlerde, hiçbir yaratıcı sonuç elde etmeden ve neredeyse hiç konuşmadan yaptım. Bir gece eve geç geldim, üstüm başım çamur içindeydi ve güzelliğe ve edebiyata ihtiyacım vardı. Shakespeare’nin Tüm Eserleri kitabımı çıkarttım ve düzenli bir biçimde sayfalarını yırtarak duvarlara asmaya başladım.

Sabah olduğunda tüm ev dolmuştu. Bu da Gizemli Dil’in merkezinde Liv karakterinin doğuşuydu. Her günkü gibi yine tarlaya gittim, toprakta çalıştım, az konuştum, çok dinledim ve konuşmaya karar verdiğinde yalnızca Shakespeare’in kelimelerini seçen birinin nasıl biri olacağını düşündüm. Buradan önce Liv, sonra da film doğdu.

Ekin Can Göksoy: Senaryoda bir oyun yazarı olan Bryan Delaney ile çalıştınız. Nasıl geçti? Teatral perspektifi senaryonun şekillenmesinde yardımcı oldu mu?

Catherine Eaton: Bryan oyun yazarı olarak başladı (bazı oyunları Türkçeye de çevrildi ve bazıları da National Theater’ın repertuarında yer alıyor diye biliyorum), ancak şu anda hem senaryo hem de TV yazarı da. Bu senaryo o olmadan olmazdı; projeye dramatik yazarlık bağlamında muhteşem bir zeka kattı (çatışma, engel, karakter ve diyalog gibi konularında derin bir kavrayışı var) ve ilk kez böyle bir şey yazan biri olarak, onun uzmanlığı benim için çok kıymetliydi. Yazma zanaatında ustalaşarak bunu hayal gücü ile birleştirebilen nadir insanlardandır. Yolda daha birçok projesi daha var, TV şovları, uzun metraj filmler ve başka oyunlar. Gizemli Dil’i temsil etmek için o da festivale gelecek çünkü filmin yapımcısı da, bu yüzden, kaliteli içerik arayan tüm yapımcılara sesleniyorum, işte şans ayağınıza geldi!

Ekin Can Göksoy: Pek çok durumda Shakespeare’i naklediyorsun ve pek çok farklı Shakespeare karakterini oynayarak, karakterin Liv’i Shakespeare dünyasına bir kapı olarak sunuyorsun adeta. Bazı açılardan, Liv tam bir performansçı oluyor ve bunun farkında da. Özellikle onu izleyen doktorlar için oynadığı sahnede. Filmde farklı bağlamlarda Shakespeare’i oynamak nasıldı? Bir aktris olarak, Shakespeare ile ilişkin nedir? Rahat mı hissettin yoksa zor muydu?

Catherine Eaton: Bu yorumunu çok sevdim, Ekin!   Çok iyi! Shakespeare oynamak konusuna gelirsek, Liv kendi dilini kullandığı için ve ben de bu dile hakim olduğum için (çünkü klasik bir oyunculuk eğitimi aldım ve pek çok oyununu farklı zamanlarda oynadım), benim için bu süreç büyük bir zevkti. Temelde, Bryan ve benim bir ortağımız daha vardı: Shakespeare, ve oyuncu olarak, oynaması bundan daha iyi replikler var mı?

Daha yazı yok.
Filmloverss.com size daha iyi hizmet sunmak için çerezleri kullanır. Sitede gezerek çerezlere izin vermiş sayılırsınız. Ayrıntılı bilgi close-cookie-information