Bu yıl 37. kez düzenlenecek olan İstanbul Film Festivali 6-17 Nisan tarihleri arasında sinemaseverlerle buluşmaya hazırlanıyor. Birbirinden dikkat çekici filmlerin bulunduğu festival programında filmleri birbirinden ayırmak bir hayli güç. Fakat, programda yer alan filmlerin hepsini seyretmenin neredeyse imkansız olduğunu düşünecek olursak, aralarından seçim yapmak zorunda kalacağımızın farkındayız. Bu sebeple FilmLoverss olarak sizler için naçizane bir öneri listesi hazırlamaya karar verdik. Şimdiden birbirinden güzel ve ilham veren filmlerle dolu bir festival geçirmenizi dileriz.
37. İstanbul Film Festivali’nde Gözden Kaçırılmaması Gereken 10 Film!
Dog – Köpek
Samuel Benchétrit’in kendi romanından sinemaya uyarladığı ve Dünya prömiyerini Locarno Film Festivali’nde yapan fimi Dog; hayattaki tüm umudunu kaybettikten sonra köpek olmaya karar veren bir adamın hikayesini ekrana taşıyor. Değer verdiği her şeyi tek tek kaybedince toplumsal konumunu değiştirmeye karar veren Jacques köpek olmaya karar verir ve bir gün bir evcil hayvan dükkanı sahibi tarafından sahiplenir. Azimli biri tarafından eğitilmeye başlayan Jacques’ın hikayesi, görünmez olmayı tercih eden bir adam aracılığıyla, kimliğini ve ruhunu kaybeden bir toplum taşlaması olarak dikkatlerimizi çekiyor.
Unsane – Saplantı
Sinemada yenilikçi anlatımlara oldukça merak saran Steven Soderbergh’ün tamamını iPhone ile çektiği son filmi Unsane; Sean Baker’ın büyük yankı uyandıran ve pek sevilen filmi Tangerine gibi, sinema tarihine akıllı telefonla çekilmiş ilham verici bir başka örnek olarak geçiyor. Unsane, problemli geçmişinden kaçmak için doğup büyüdüğü yerden ayrılıp başka bir şehre gelen ve burada kendine yeni bir hayat kurarak işe başlayan genç bir kadının gönülsüzce destek almak için geldiği bir akıl hastanesinde, korkulu rüyası olan “stalker”ı ile karşılaşmasını ve bu yaşadıklarının gerçek mi yoksa hayal mi olduğunu anlamlandırmaya çalışması sürecini ekrana taşıyor.
The Prayer – Dua
Geçtiğimiz Şubat ayında Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı için yarışan ve başrol oyuncusu Anthony Bajon’a Gümüş Ayı kazandıran The Prayer; kurtuluşunu arayan bir eroin bağımlısının ruhani tedavi sürecini ekrana taşıyor. Filmin konusundan bahsedecek olursak; Thomas, erken yaşta esrar kullanmaya başlar ve bu bağımlılık hayatını mahveder. Katolik bir rahip tarafından finanse edilen ve bağımlılıklardan kurtulmak üzere farklı ülkelerden gelen gençlerin bu bir nevi terapi gördükleri bir dağ evine yerleşen Thomas, burada hem bağımlılıklarından kurtulmak için savaş verir hem de Tanrı’yı keşfedeceği bir yolculuğa çıkar.
Caniba – Yamyam
Venedik Film Festivali’nin Ufuklar bölümünde Dünya prömiyerini yapan ve festival takipçilerinin bir balıkçı teknesini gözlemleyen Leviathan isimli belgeselden hatırlayabilecekleri yönetmenler Lucien Casting-Taylor ve Verena Parave’nin yeni filmi Caniba; kışkırtıcı ve akıl sınırlarını zorlayan bir arzu deneyimini ekrana taşıyor. Leviathan’dan sonra bu kez de toplum tarafından dışlanan Issei Sawaga isimli bir adamı gözlemleyen ikili 1981’de Sorbonne’da öğrenciyken kız arkadaşını öldürüp yiyen Issei Sawaga’nın akli dengesi yerinde olmadığı gerekçesiyle yargılanmadan Japonya’ya geri gönderilmesini ve bu sansasyonel olaydan sonra yaşadıklarını takip ediyor. Oldukça çarpıcı görüntüleri ile sınırların muğlaklaştığı gerçek bir ‘şizofreni’ deneyimini gözler önüne seren bu filmi sakın ola kaçırmayın diyoruz!
Piercing
Dünya prömiyerini Sundance’te yapan Piercing, ilk filmi The Eyes of My Mother ile dikkatleri çeken yönetmen Nicolas Pesce’nin ikinci uzun metrajı. Psikopat bir adamın öldürmek amaçlı fahişelik yapan bir kadını otel odasına çağırmasıyla başlayan film; gelen bu genç kadının şeytani planları sonrasında kendi planları sekteye uğrayan adamın yaşadıklarını odağına alıyor. Sadomazoşist kapıları aralayan Piercing, Dario Argento ile Brian De Palma esintili bir korku-gerilim filmi olarak dikkatlerimizi çekerken, Takashi Miike’nin sertliğiyle meşhur Ölüm Provası filminin de esin kaynaklarından biri olan Ryû Murakami’nin romanından uyarlandığını ekleyelim.
Lowlife – Sefil Hayat
2017 yılında Fantasia Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü’nü kazana Lowlife, Quentin Tarantino’ya saygı duruşu niteliği taşıyan bir film. Tür sineması temalı festivallerini ilgi odağı haline gelen Lowlife, Meksikalı göçmen kadınları fuhuşa zorlayan ve organ ticareti yapan bir mafya babası, onunla çalışmakta sakınca görmeyen yozlaşmış polisler, onlar kadar becerikli olmayan küçük suçlular ve uyuşturucu bağımlıları arasında geçiyor. Senaryosundaki sürprizler kadar, aşırı şiddet içeren sahneleriyle de oldukça ilginç bir deneyime dönüşen Lowlife’ı ajandalarınıza kaydetmeden geçmeyin deriz!
L’amour des hommes – Erkeklere Bakmak
Tunus’un muhafazakâr toplumsal yapısını derinden sarsan bir kadın olan Amel’in fotoğrafçı olarak geleceği parlakken birden eşinin ölümüyle sarsılan hayatını konu alan L’amour des hommes; bir sanatçı olarak cüreti ve cesaretiyle büyük bir başarıya imza atan Amel’i takip ediyor. Eşinin ölümünden sonra erkeklerin erotik fotoğraflarını çekmeye başlayan Amel, bu kez de kadının bakışından erkeklik, bağlılık ve müstehcenlik kavramlarını sorguya açıyor. Kadın bakış açısından erkek bedenini gözler önüne seren ve perspektiflerimizi tersine çeviren filmde Tunus asıllı Fransız oyuncu Hafsia Herzi’nin Amel karakterindeki performansıyla ışık saçtığını da ekleyelim.
Madeline’s Madeline – Madeline Madeline’i Oynuyor
Bazen bir kedi, bazen bir kaplumbağa bazense annesi olan ve çevresindeki hemen her tür varlığı performe edebilen genç bir kızın kimlik arayışını ekrana taşıyan; ama bu kimliklerin hem hepsi hem de hiçbiri olarak sabit kimlik olgusunu yerinden edip göçebe kimlikleri açığa çıkaran Madeline’in hikayesi bir başkaldırma hikayesi: yüze, kendisine, annesine, rollere, gerçeğe ve hatta kurgusal olana bile… Madeline, kendini belli bir yüze ve kimliğe sabitlemektense çoklu kimlikler arasında dolaşan ve çevresindeki her şeye sızabilen; ama onların da kendisine sızmasına izin vererek performativitenin açığa çıktığı bir kimlik denizinin içinde, kimliklere direnen bedenin sınırlarını zorlarken aslında tam manasıyla “queer” bir performativiteyi sahneye koyuyor.
Mug – Yüz
2015 yılında Body filmiyle yönetmenlik kategosinde Gümüş Ayı kazanan Polonyalı yönetmen Małgorzata Szumowska’nın 68. Berlin Film Festivali’nin ana yarışma bölümünde gösterilen son filmi Mug; disfonksiyonel toplum ve estetik algılar üzerinden inanç ve toplum eleştirisine soyunan son derece etkileyici bir yapım olarak dikkat çekiyor. Polonya-Almanya sınırındaki küçük bir kasabada geçen hikaye dünyanın en büyük Jesus heykelinin inşaatında çalışan Jacek’in bir iş kazası sonrası yaşadığı dışlanma ve ötekileştirilme sürecini aktarırken aileden medyaya toplumun her bir kurumuna sızan ikiyüzlülükleri ekrana taşıyor. Sinematografik yaklaşımları ve yönetmenlik tercihleriyle en az hikayesi kadar ön plana çıkan Twarz’ı mutlaka görün derim!
Theatre of War – Savaş Tiyatrosu
Dünya prömiyerini Berlin Film Festivali’nde yapan Theatre of War, Lola Arias’ın ilk uzun metrajı olarak dikkatlerimizi çekerken film; Falkland/Malvinas savaşında birbirlerine karşı savaşmış Britanyalı ve Arjantinli askerleri bir araya getiriyor, aylarca birbirleriyle zaman geçiren eski düşmanlar, çatışmalardan 35 yıl sonra olan biteni tartışıyor ve yeniden canlandırıyorlar. Gerçekle kurmaca arasında, rol ile duygular arasında gidip gelen; askerle oyuncu, savaş hatıraları ile hikâye arasındaki farkı bulanıklaştıran Theatre of War’ı festivalde gözden kaçırmamanızı ısrarla tavsiye ederiz.
Kaynak: http://film.iksv.org/