TCM Klasik Film Festivali’nde röportaj veren ünlü oyuncu Anna Karina, kendi hayatından ve hayatında ve kariyerinde önemli bir yeri olan Jean-Luc Godard ve filmlerinden bahsetti.
Fransız Yeni Dalgası’nın akla gelen ilk ismi efsane yönetmen Jean-Luc Godard ve o dönemki eşi, 1960’lı yılların ikonik isimlerinden biri olan, Godard’ın kamerasından izlediğimiz ve yüzünü hafızalara kazıdığımız başarılı oyuncu Anna Karina sinema tarihinin en önemli ikililerinden biridir. Karina, hala o büyük etkileyici gözleriyle aynı kıvılcımla aynı muhteşemlikle karşımızda duruyor. Eşi ünlü yönetmen Jean Luc Godard’ın filminde Paris sokaklarında koştuğu görüntülerin ardından ise tam 50 yıl geçti.
Modellik ve şarkıcılık yapan, hatta Serge Gainsbourg tarafından yazılmış iki hit parçası olan Karina, her ne kadar çoğu insanın hafızasında oyuncu olarak yer etse de, edebiyat dünyasında da dört roman, bir de anı kitabıyla karşımıza çıkmış. Genellikle Karina dendiğinde ilk akla gelen Godard filmleri olsa da, ünlü oyuncu Luchino Visconti’nin The Stranger’ında, Jacques Rivette’nin The Nun’unda, George Cukor’un Justine’inde, Tony Richardson’un Laughter in the Dark filminde ve R.W. Fassbinder’in Chinese Roulette filminde de rol aldı. Karina’nın ilk uzun metraj film deneyimi aslında Michel Deville imzalı Ce Soir Ou Jamais filmi. Ancak, Karina’nın bir yıldız olarak parladığı, 1961 yılında Berlin Film Festivali’nden en iyi kadın oyuncu ödülüne layık görüldüğü film Godard’ın yönetmenliğini ve senaristliğini yaptığı A Woman is A Woman filmi.
Indiewire’a Konuşan Anna Karina Jean-Luc Godard’tan Bahsetti
Godard için; “Onun senaryosu kafasının içindedir.” diyor Karina. “Senaryo yoktu mesela biz birlikte çalışırken. Çekimden önce kısa bir diyaloğumuz oluyordu ve o sırada ne çekileceğini, hikayeyi öğreniyorduk. İnsanlar doğaçlama sanıyor, ama aslında öyle değil. Ne oynadığımızı çekimden hemen önce öğreniyorduk. Bizim için de bu çekimler enteresan oluyordu, çünkü sonunun nasıl olacağını bilmeden oynuyorduk.”
Sinema kariyerinin çocukluk hayali olduğunu söyleyen Karina, bu hayalini şöyle açıklıyor; “Çocukken oyuncu olmak istiyordum, ve bir de tabii ki palyaço olmak.” Kopenhag’tan koşarak uzaklaşan, otostopla Paris’e gelen ve orada ilk önce reklam çekimlerinde yer alan Karina’nın sinema kariyeri Jean-Luc Godard’la tanışmasıyla başlıyor. Sonrasında iş hayatlarındaki bu işbirliğini özel hayatlarına taşıyan ve evlenen ikili, Fransız yeni dalgasını oluşturan, Vivre sa Vie, Bande a Part, Alphaville, Le Petit Soldat, Pierrot le Fou gibi birçok filme imza attı. Ancak biten evliliklerinin ardından, sinemadaki yönetmen oyuncu ilişkisi de ortadan kalktı ve biz de o ikisini görmekten mahrum kaldık.
Godard filmleri hala izleyenlerin hafızalarında. Genç insanların uzun süre önce yapılmış olan filmlere olan ilgisi Karina’yı da şaşırtıyor ve mutlu ediyor. “Bazen bu filmleri sevmediklerini söyleyen insanlar görüyorum, ve gerçekten onlardan nefret ediyorum. Ama Japonya’da, Avustralya’da veya herhangi bir yerde 15-35 yaş arasındaki gençlerle karşılaşıyorum. Onlar bu filmleri çok sevdiklerini söylüyorlar. Bu harika!”Godard için, “O artık hiç kimseyle konuşmak istemiyor” diyen Karina, Godard’ı en son 30 yıl önce, Fransız televizyon programından röportaj için arandığı zaman gördüğünü söylüyor. “Uzun yıllardır Jean-Luc’u görmüyorum. O Pygmalion gibi bana çok şey öğretti.”
*Pygmalion: Yunan mitolojisinde kendi yaptığı heykele aşık olan bir heykeltıraş.