Yazar Puanı
Puan - 60%
60%
Black Widow, Marvel'ın elindeki malzemeyi çok iyi değerlendirmiş olmasına karşın, kendi sınırlarına takılan, yıllardır süren bu gecikmenin neden yaşandığını anlamamızı sağlayan bir film.
Uzun yıllar Marvel’ın kendi filmine sahip ilk kadın kahramanının Black Widow olacağını düşünmüştük. Özellikle ikinci Iron Man filmindeki, daha cinsiyetçi motivasyonlarla yaratılmış Black Widow’un ardından, Joss Whedon tarafından The Avegers’ta yeniden yaratıldıktan sonra hep kendisinin ana kahraman olacağı bir film bekledik, o film hep ertelendi. Pandemiyle beraber bir kez daha ötelenen bu tarih sonunda geldi çattı. Black Widow, Marvel’ın elindeki malzemeyi çok iyi değerlendirmiş olmasına karşın, kendi sınırlarına takılan, yıllardır süren bu gecikmenin neden yaşandığını anlamamızı sağlayan bir film.
Detaylara girmeden önce şunu belirtmek durumundayım: eğer pandemi sürecinde beyazperdede ana akım yapım izlemeyi özlediyseniz, geniş ekranda sıkı dövüş sahneleri, kaliteli görsel efektler, vurdulu kırdılı patlamalı bir şeyler izleme hasretiniz varsa ve bu şansı Black Widow’a tanısam mı diye düşünüyorsanız, hemen şu an biletinizi alın. Black Widow aksiyona doyuran, üzerine de güzel bir mizah serpiştiren, Marvel’dan basit beklentilerimizi fazlasıyla karşılamayı başaran bir film. Fakat filmin alt yapısında çok ciddi zaafları var ve bu yüzden Marvel’ın en iyilerinden biri olmaya kesinlikle yaklaşamıyor. Filmin ilk yarısı ve ikinci yarısı arasında çok ciddi bir kalite farkı var, bu da yaşanan hüsranı bir nebze kuvvetlendirir nitelikte.
Marvel Sinematik Evreni dallanıp budaklanmaya başladığından beri, hem sinemada hem de çizgiromanlarda azınlık temsillerinin Marvel evrenlerinin ana akışını bozduğu suçlamasıyla karşı karşıya kaldı. İşin ironik yanı Black Panther ve Captain Marvel gibi, beyaz-erkek olmayan karakter temsillerinin gerçekten merkeze alınmış olması yaklaşık on yıl aldı. Nasıl ki yukarıda andığım Joss Whedon, bir erkek olarak ayrıcalıklı statüsünü kariyeri boyunca Buffy veya Black Widow gibi güçlü kadın figürlerini popüler kültüre kazandırmak için kullandıysa, Marvel da egemen kimliklere sahip kişilerin yoğunlukta olduğu hayran kitlesini sinemadaki kimi temsillerde, azınlıkların varlığını normalleştirmek için kullandı. Yavaş ama sağlam adımlarla ilerledikçe, günümüzde bunun her defasında problematize edilmediği daha güvenli bir ortamla karşı karşıyayız.
Black Widow’u izlemek, neden bu adımların yavaş atıldığını anlamayı benim için biraz kolaylaştırdı. Keza filmde Black Widow’un kendi hikâyesinin ve popüler sinemanın getirdiği sınırları da görme şansını da yakalıyoruz. Bu da bazen iyi bir senaryonun, iyi bir karakter inşasının, iyi bir evren yaratma sürecinin bile karakterin arka planıyla nasıl da sınırlanabileceğini muhteşem bir şekilde aktarıyor.
Filmin zaaflarına geçmeden önce güçlü yanlarına odaklanma taraftarıyım. Bunca zaman sonra, Marvel Sinematik Evreni’nin hâlâ bizi şaşırtabiliyor olmasını oldukça etkileyici buluyorum. Çizgiroman uyarlamalarının popülerleşmesiyle beraber, çok fazla orijin hikâyesi veya tek bir kahramanın mercek altına alındığı hikâyeler izledik. O yüzden ne beklememiz gerektiğini üç aşağı beş yukarı tespit edebilirmişiz gibi düşünüyordum. Fakat Black Widow bekleyebileceğim son hamleyi yapıp, pek çok şeyin yanında bir aile kara komedisi olarak da karşımıza çıkınca gerçekten şapkamı çıkartıp selam vermekten kendimi alamıyorum. Filmdeki olay akışı bizi sürekli tetikte tutuyor, Natasha’yla duygusal ilişkimiz hepten kökleniyor ve hakkında bilmediklerimizin yarattığı boşluklar büyük ölçüde kapanıyor. Marvel Sinematik Evreni’nin önceki kısımlarında, Natasha’nın bazı kararları vermiş olmasına dair tüm motivasyonları bizim için anlaşılır bir hâl alıyor.
Normal koşullar altında bunlar yeterli olabilir gibi düşünebilirdik. Fakat filmin zaaflarının neredeyse hiçbiri, filmin kendisinden kaynaklanmıyor. Bizzat Black Widow karakterinin yaratıldığı zamanın koşulları ve bunların bir kısmının günümüze uyarlanmasının çok zor olması bu zorlukları yaratıyor.
Benim için Marvel Sinematik Evreni’nin en başından beri en güçlü yanlarından biri, gerçek dünyaya dair çok kuvvetli metaforlar inşa edebiliyor olması. Çoğu zaman, filmlerin alt metinlerinin politik bir kaygı da taşıdığını fark etmek mümkün. Bu politik kaygıyı yapay ya da eklektik durmayan formatlarda aktarma konusunda da Sinematik Evren’i genel olarak oldukça başarılı buluyorum. Fakat evren genişledikçe, bu departmanda da bazı sıkıntılar yaşanmaya başlandı. Bu durum The Falcon and The Winter Soldier’da da kendisini göstermeye başlamıştı. Bir şeyleri dönüştürme kaygısı, yerini gitgide Marvel’dan hayranların beklentilerinin neler olabileceğini kavrayıp bunları yapay olarak temin etme girişimine dönüşüyor. Bu yüzden de üzerine ince düşünülmüş temsillerin yerine kimi ana akım klişeler yerleşmeye başladı. Uzun vadede bu durum Marvel’ın üzerinde kara bulutların gezmesine neden olabilir. Black Widow, tam da bu bağlamda popüler sinemanın sınırlarını ve bunun yaratabileceği problemleri bir kez daha keşfetmemize vesile oluyor.
***Yazının bundan sonraki bölümü Black Widow ile ilgili keyif kaçırıcı detaylar (spoiler) içerebilir.***
Kırmızı Oda’dan Avengers’a Black Widow
1995 yılında Ohio’da Natasha’nın hayatının en son iyi ve aynı zamanda en kötü günüyle açılan Black Widow’un giriş jeneriği doğrudan The Americans dizisine bir gönderme. The Americans, Soğuk Savaş döneminde Amerikan rüyasının parçası olan bir aileymiş gibi gizlenmiş, Sovyet ajanlığı yapan bir ailenin hikâyesini anlatıyor. Bu göndermeyle karışık olarak açılış sekansının komple Natasha’nın travmatik çocukluğunun vücut bulmuş hâli gibi olması da çok takdire şayan seçimler. Bu şekilde Natasha’nın geçmişine filmin önemli bir kısmını ayırmak zorunda kalmadan, doğrudan dâhil olabildiğimiz alternatif bir anlatı da yaratılmış oluyor. Natasha’nın, henüz çocukken kendisini insan ticaretinin göbeğinde bulmuş, onu çekirdekten bir katil olarak yetiştiren Kırmızı Oda’dan sonra, ciddi bedeller ödeyerek Avengers’ların tarafına geçmiş durumda olduğunu ve kendisi gibi aynı yoldan geçen başka “dullar”ın da olduğunu bu anlatı sayesinde hızla öğreniyoruz.
Bu olay akışının geçtiği zaman aralığı filme çok ciddi bir zaaf da eklemiş oluyor: 1991’de Sovyetler Birliği dağılmış olmasına karşın, 1995’te geçen bu hikâye, ara sıra sanki Soğuk Savaş döneminde geçiyor gibi hissettiriyor. Gerçek dünya, çizgiroman dünyası ve sinematik evreni ortaklaştırma çabası çok büyük bir kafa karışıklığı yaratıyor. Natasha ve ailesinin Amerika’dan Küba’ya kaçmalarından, Kızıl Muhafız’ın kendisini Sovyetlerin Kaptan Amerika’sı olarak anlamlandırıyor olmasına kadar her şey iki kutuplu bir dünyanın gerçekliğinde akıyor gibi. Kimi ekstra faktörler bu durumu besliyor. Örneğin Natasha, televizyonda James Bond serisinden Moonraker’ı izliyor. Black Widow’un anlatısının 1979 yapımı Moonraker’ın 2020’lere taşınmış bir versiyonu gibi olması ve Moonraker’ın kötüsü Hugo Drax’in filmlerde olmasa da roman evreninde Sovyetler Birliği için çalışan bir Alman olarak yaratılmış olması gibi detaylar, bilinçdışımızın çağrışım evrenini hep bu fikre sürüklüyor.
Bu sorunla baş edebilmek için, Natasha’nın azılı düşmanı Dreykov, doğrudan Sovyetler Birliği veya Rusya için değil, kendisi için çalışan bir figür olarak inşa edilmeye çalışılmış. Fakat ABD menşeli popüler sinema için bu sularda yüzmek hiç kolay değil. Sürekli gündeme gelen “özgür irade” vurgusu, Dreykov’un monitörlerle dünyayı kontrol etme kaygısı gibi detaylar hep aynı çağrışımları yarattığı için, eski Sovyet karşıtı propagandaların güncel hâlini izliyor gibiyiz. Marvel Sinematik Evreni bu temayla Nazi teması etrafında da çok oynamış olsa da, Nazilerle olan tarihsel mesafe ve temsil ettikleri şeyin faşizm olması itibarıyla o denemeler bu kadar sınırlandırıcı değildi. Fakat Dreykov’un bir Sovyet projesi olarak başlattığı “Dullar Ordusu” ile filmin kurmak istediği temsiller tam olarak yerli yerine bir türlü oturamıyor. Keza, Dreykov’un aynı zamanda bir patriyarka sembolü olarak da kurgulanmak istenip, bunun bir türlü düzgün bir şekilde kurulamadığını anlayabiliyoruz. “Dullar”ın zorla kısırlaştırılıyor olması gibi oldukça net kimi dokunuşlar dışında Dreykov’un bir tür ataerki temsili olarak tasarlanması biraz unutulmuş gibi. Hatta film, patriyarka karşıtı bir tona ayırmadığı mesaiyi, Natasha’ya bir aile inşa etmeye harcayarak bu ataerkil tonu kuvvetlendiriyor. Benim için ara sıra The Incredibles‘ı anımsatan, Natasha’nın aşırı işlevsiz ailesini izlemek çok keyifli bir deneyimdi. Natasha’ya kurgulanan aileyle doğrudan bir sorunum yok, hatta Yelena, Melina ve Alexei karakterlerinin her biri ayrı ayrı gönlümü kazandı. Fakat filmin tam olarak ne anlatmak istediğine baktığımız zaman aileyi tamamen merkeze alan, aşırı Amerikancı yaklaşımın potansiyel tüm mesajları yuttuğunu fark ediyoruz. Filmin sonlarında bu öylesine baskın olmaya başlıyor ki, Durkheim’ın “altruist intihar” kavramına birebir uyan bu ruh hâli hızla Natasha’nın temel güdülenmesine dönüşüyor. Yani herkes için kendini feda edebilecek bir karaktere bu süreçte hızla ve irrasyonel bir biçimde dönüşmüş oluyor. Bu, Avengers: Endgame‘de Natasha’nın kendisini Hawkeye’ın yerine feda ettiğini bildiğimiz için iyi bir fikir gibi durmuş olabilir. Fakat yalnızca Black Widow ekseninde durumu değerlendirdiğimizde yersiz ve abartılı pek çok sahne de bu şekilde ortaya çıkmış durumda. Bu da senaryonun son bölümüne biraz aceleye gelmiş havası veriyor. Black Widow’un ne kadar çok ertelendiğini, projenin bu sırada tekrar tekrar gözden geçirildiğini ve tüm bunların yanında pandemi vesilesiyle de filmin ciddi bir ek süre kazandığını bildiğimiz için de, genel tablo tolere etmesi zor bir hâl alıyor.
Kısacası Black Widow bir hayal kırıklığı değil ama bir takım hayal kırıklıklarını ciddi anlamda yaratan bir film. Pandemi kaynaklı bu zaman akışı değişimindeki en talihli durum ise, Hawkeye’ın dizisinin ağustos ayında izleyiciyle buluşacak olması ve bunun tam öncesinde filmi sinemada izleme şansı yakalamış olmamız.