Yazar Puanı
Puan - 47%
47%
Son otuz dakikasında yaşanan gerilim, keyifli bir seyirlik sunuyor olsa da Borg/McEnroe beyazperdeden ziyade, televizyon için yapılmış bir film izlenimi vermekten öteye gidemiyor.
Spor temalı filmlerin, korku filmlerinde olduğu gibi, diğer türlere nazaran inandırıcı olabilmek adına daha en başından ciddi handikapları vardır. Özellikle takım sporlarını -futbol, basketbol, voleybol vb.- konu alan ve/veya gerçek bir müsabakadan uyarlanan filmlerin birçoğu inandırıcılık problemi sebebiyle seyircide beklenen etkiyi yaratamayabilir. Bu sebeple de spor temalı iyi filmleri anarken, takım sporlarını konu alan yapımların adını çok fazla anamayabiliriz. Oysa bireysel sporları beyazperdeye yansıtmak özellikle teknik açıdan daha rahattır, yalnızca birkaç dublör ile müsabakaları inandırıcı bir şekilde çekebilmek daha olasıdır. Tenis tarihinin en önemli rekabetlerinden Borg – McEnroe ikilisinin yollarının kesiştiği Wimbledon finaline odaklanan Borg/McEnroe, türdeşlerinin aksine teknik açıdan inandırıcılığı sağlasa da senaryosundaki temel problemler sebebiyle bu ikilinin kariyerine gölge düşürüyor diyebiliriz.
42. Toronto Film Festivali’nin açılış filmi olma özelliği taşıyan Borg/McEnroe’nun yönetmenliğini Danimarkalı Janus Metz yapıyor. Björn Borg ile John McEnroe arasındaki rekabete ve dostluklarının başlangıcına odaklanan filmde yönetmen Metz, flashback‘ler ile ikilinin karakterlerinin oluşumunda etkili olan detayları izleyiciye sunmayı planlıyor. Burada dikkat çeken en önemli nokta, iki karakterin birbirinden ne kadar farklı olduğunu düşünerek başladığımız filmin, süresi ilerledikçe Borg ile McEnroe’nin birbirine ne kadar benzediğini görmemiz oluyor. Bu açıdan, doğru bir tercih yapıldığını düşünsek de ikili arasındaki rekabetin tek bir Wimbledon finaline sıkıştırılması ve bu finale kadar gelinen yolda flashback‘ler dışında elle tutulur detaylara yer verilmemesi ikilinin rekabetini, gözümüzde sıradan bir rekabete dönüştürüyor. Evet, bu bir belgesel değil bu gerçeği kabul ederek yola çıkıyoruz lakin, oldukça kişisel bir yorum yapacak olursam, o zaman bu ikilinin rekabetini anlatmak üzere yola çıkılmasının amacını sorgulamaktan kendimi alamıyorum, ne yazık ki. Bu durumu sadece Janus Metz’e ve marifetsizliğine bağlamak da mümkün değil. Filmin, rekabeti seyirciye geçirememesinde senaryo ve kurgunun amatör ellerden çıkma izlenimi vermesi de yönetmenlik kadar etkili.
Borg/McEnroe: Borg – McEnroe Rekabetine Tatsız Bir Final!
Filmin ana karakterleri olan Borg ve McEnroe’nun sıradan iki sporcu edasında yazılan karakterlerine nazaran Björn Borg’un antrenörü Lennart Bergelin (Stellan Skarsgård) daha özenle kaleme alınmış bir karakter. Ancak bu bile ikili arasındaki bağın kuvvetini ve/veya ikili arasında yaşanan tartışmaların inandırıcılığını sağlayamıyor. Bunun temel sebebi olarak Borg’un, kariyeri hakkında, herkesin bildiği detaylar dışında, herhangi bir spesifik ögeyi barındırmamasını gösterebiliriz. Bu açıdan ele aldığımızda Borg karakterinin detaylı resmedilmemesi, Bergelin ve McEnroe’nun sırtına yaslanılmasına sebep oluyor, seyircinin ilgisi bu iki karaktere kaysa da, filmin merkezinde olan Borg’un sıradanlaştırılması tüm doğruları götürüyor. Bergelin’den bahsetmişken hem Borg hem de McEnroe’nun ortak bir baba imgesinde buluşturulduğundan da bahsetmek gerekiyor. McEnroe için bu, öz babasının üzerinde yarattığı baskı ile ortaya çıkarken, Borg karakteri özelinde bu durum Bergelin karakteri ile yansıtılıyor. Her iki karakterin de benzer yollardan geçerek, farklı karakterler olarak filmdeki konumlarına ulaşmaları yönetmen ve senarist için ilginç gelse de, bu durum seyirciye aktarımda vasat bir anlatımdan öteye gidemiyor.
Yiğidi öldürdük, hakkını da verelim; filmin son otuz dakikası, olay örgüsünün hikâyeden koparak yalnızca Wimbledon finaline odaklanılmasıyla heyecanlı bir seyirlik sunuyor. Teknik açıdan, son derece başarılı kotarılan tenis müsabakası bu unutulmaz final hakkında bilgi sahibi olmayan herhangi bir seyircinin o heyecanı sonuna kadar yaşayabileceği anlar vadediyor.
Yazıyı sonlandırmadan bir parantez de Shia LeBeouf’a açalım; filmin en büyük kozu LeBeouf’ün performansı. McEnroe’nun o asi ve her şeye isyan eden tarafını çok iyi yansıtan LeBeouf’u Michael Bay’in elinden kurtardığımız her an, kendini aşmaya devam ediyor. Özetle, son otuz dakikasında yaşanan gerilim, keyifli bir seyirlik sunuyor olsa da Borg/McEnroe beyazperdeden ziyade, televizyon için yapılmış bir film izlenimi vermekten öteye gidemiyor. Şimdiden söyleyeyim, eğer günün birinde Nadal – Federer rekabeti işlenecekse, şimdiden rica ediyorum, çok daha bilir kişilere emanet edilsin.