Özellikle insana ve onun kişilğine dair hikâyeleri konu alan filmlerin dünyasında psikanalitik çözümlemeler ve örnekler vazgeçilmezdir. Psikanaliz deyince her ne kadar akıllara ilk olarak Freud gelse de Carl Gustav Jung’un analitik psikoloji kuramı da psikanaliz kuramının temelleri üzerine kurulmuştur. Jung bilinçaltının varlığını kabul etmiştir etmesine ama psikanalizin temel unsurları olan id, ego ve süperego mekanizmalarını dönüştürerek onların yerine bilinç, kişisel bilinçaltı ve kolektif bilinçaltı olmak üzere üç boyutlu bir yapı kurmuştur. Arketipler, benlik, mit ve semboller, rüyalar üzerine yaptığı çalışmalarıyla çok katmanlı bir psikoloji tanımlaması geliştiren ve psikanalitik kurama farklı bir perspektif katan Jung derinlik psikolojisinin en önemli isimlerinden biri haline gelir.
Birbirinden ayrı bir kişilik sistemi olarak gördüğü dört arketip sistemi tanımlayan Jung’un temel arketipleri; persona, anima-animus, gölge ve ben (Self)dir. Persona, kişiliğin en dıştaki tarafı olarak gerçek kişiliğimizi saklamaya meyillidir. Bizi toplum içinde görünmek istediğimiz biçimde sunan persona arketipi başkalarıyla iletişime geçtiğimizde taktığımız maskeler olarak tanımlanır. Anima-Animus arketipi her cinsin, hem erkeksi hem de kadınsı eğilimler gösterdiği görüşünü yansıtma noktasında tanımlanır. Bu düşünceye göre anima erkeklerdeki dişilik özelliğini, animus ise kadınlardaki erkeksiliği ortaya koyar. Alter ego ve benlik kavramlarıyla karşılaştığımız an Jung’un bireyler ve içlerinde sakladıkları gölge arketipi hakkında söylediği şu sözleri manidar bir anlam taşır: “Herkes bir gölgeye sahiptir, bu gölge insanın bilinçli yaşamında ne kadar az içeriliyorsa, o kadar kara ve yoğun olur.” Bir başka deyişle, kişi, gölgesiyle yüzleşmekten ne kadar uzak kalırsa aslında o kadar tehlikeli olur; çünkü gölgemizi reddetmek kişiliğimizin baskılanarak sönük kalmasına sebep olacaktır. Ben ise Jung’a göre en önemli arketiptir; çünkü Ben, bilinçaltının tüm yönlerini dengeleyen, kişiliğe istikrar kazandıran arketiptir. Kendini gerçekleştirme olarak da okuyabileceğimiz Ben, kişiliğin tam bir ahenk içinde olması anlamını taşır.
Tüm bu bilgiler ışığında, Carl Gustav Jung’un analitik psikolojisinden ve kişilik arketiplerinden yoğun izler taşıyan 5 muhteşem filmi sizlerle paylaşmak istedik!
Carl Gustav Jung’un Analitik Psikolojisinden Yoğun İzler Taşıyan 5 Muhteşem Film
Persona (1966)
Sinema tarihinin gelmiş geçmiş en değerli auteur yönetmenlerinden biri olan Ingmar Bergman’ın Persona isimli başyapıtı adını aslında Carl Gustav Jung’ın analitik kuramında yer alan kişilik arketiplerinden alır. Persona, Jung’ın kuramına göre kişinin taktığı maskeyi, insanın toplum içinde aldığı rolü tanımlar. İki kadının yüzlerindeki maskelerin, yani yüzlerinin artık birbiri içine girdiği Persona filminde ise psikolojinin en derin oluşumlarından biri anlatılır. Film benliğin çözülmesini, sessizliğin gücünden ve büyüsünden yararlanarak izleyiciye yansıtmayı başarır. Her kamera hareketi ve Bergman tarafından filmin sinematografisi üzerine alınan her karar, hikâye anlatısı için oldukça büyük bir anlam taşır. Şiirsel bir anlatıyla bizi buluşturan Bergman, hikâyesinin ana karakteri Elisabeth Vogler’i odak noktasına aldığı filminde narsisizm kavramını da irdelemeyi ihmal etmez. Beyazperdede oldukça etkileyici bir psikanalitik çözümleme yapan Bergman’ın hepimizin sahip olduğu içsel çatışmaları ve ‘diğerleri’ tarafından yargılanmadan onlarla başa çıkamadığımızı anlattığı bu filminde Bibi Andersson ile Liv Ullmann başrolleri paylaşıyor.
La montaña sagrada – The Holy Mountain (1973)
Alejandro Jodorowsky tarafından yazılmış, yönetilmiş ve başrollerden birine hayat verilmiş olan The Holy Mountain, sinema tarihinin izlenmesinden çok anlatılması en güç filmlerinden biri. Filmde bir güce sahip olduğunu bildiğimiz bir adam vardır, ki bu adamın gücü güçlü olmasından ileri gelmez. Spiritüel bir güce sahip olduğuna anladığımız bu adamın, az zaman sonra yaşayacağı bir karşılaşma ile beraber içinde bulunduğu evreninin değişmeye başladığına şahit oluruz. Onun yaşadığı bu yolculuk durağan bir eksenden çıkar ve dairsel hareketler çevresinde izleyicinin zihnine de girmeye başlar. Farklı gezegenleri ve renkleri izlemeye başlayan izleyici bir süre sonra hikâyenin içerisinde kendini yok olmaya yüz tutmuş bir toz gibi hissetmeye başlar; çünkü filmde anlatılan hikâyeler izleyenin gözünden çok daha üstündür ve ekranda devleşerek her şeyi ve herkesi yutmaya meyillidir. Jodorowsky, The Holy Mountain filminin Carl Gustav Jung’un mitlerin ve sembollerin psikanalitik çözümlemesini yaptığı çalışmalarına dayandığını açıklarken; izleyiciyi de kendi kendini analiz edeceği çok katmanlı bir maceranın içine sürüklediğini dile getirmiştir.
Abre Los Ojos – Open Your Eyes (1997)
Sundance Film Festivali’nde gösterilen Abre Los Ojos, Şilili yönetmen Alejandro Amenabar’ın filmlerindeki karanlık atmosferi daha keskinleştirirken felsefi ve psikolojik yaklaşımlarının da daha güçlü hissedildiği filmlerinden biridir. Bilimkurgu türü içerisinde de değerlendirebileceğimiz filmin çıkış noktası ise yönetmenin gripli bir şekilde yatarken gördüğü kabuslardır. Filmin başkarakteri, Cesar isimli zengin bir gençtir. Anne ve babasını küçük yaşta kaybeden Cesar, onlardan kalan restoranlar zinciri mirasını daha da genişletir ve bir playboy hayatı yaşamaya başlar. Birlikte olduğu kadınlardan Nuria, Cesar’a aşık olsa da karşılık göremez çünkü Cesar, yeni tanıştığı Sofia’ya aşık olmuştur. Bunun üzerine Nuria, Cesar ile arabadayken bilerek kaza yapar ve Cesar’ın hayatı tamamen değişir. Bu kaza sonrası yüzü deforme olan Cesar bir hapishanenin psikiyatri bölümünde geçmişini hatırlamaya çalışırken bir yandan da gerçeklik ve fantezi dünyası arasındaki ince çizgiyi kaybetmeye başlar. Jung’un maskeleme teorisine film boyunca çok sık rastlarız. Amenabar filmdeki sosyal etkileşimler sırasında bir maskenin (hem gerçek anlamda hem mecazi olarak) kullanımını araştırır ve Jung’un idealize etme kavramı ekseninde karakterini analiz eder.
Dark City (1998)
The Crow ile sürpriz bir çıkış yapan Alex Proyas’ın yazıp yönettiği, başrollerinde Rufus Sewell, William Hurt, Kiefer Sutherland, Jennifer Connely gibi isimleri gördüğümüz Dark City; gotik atmosferi ile kulaktan kulağa kültleşen filmlerden biri. Ana karakterimiz John Murdoch, öncesini hatırlamadığı bir şekilde nerede olduğunu bilmediği bir otel odasında uyanır. Uyandığında ise soğukkanlılıkla işlenmiş cinayetlerin zanlısı olarak arandığını öğrenir. Bu eylemleri yaptığına dair hafızasında herhangi bir anı bulunmadığı için Murdoch, gerçekleri bulmak için çok fazla derine inmek zorunda kalır. Murdoch’ın olayın en derinine inmesi ile dünyayı kontrol eden ve The Strangers denilen varlıklar hikâyeye dahil olur. Seçilmiş kişi arketipi ile pek çok filmde gördüğümüz benlik karmaşası yaşayan ana karakterlerin birleşimi olan Murdoch’ın hikâyesi, Proyas’ın karanlık atmosferi ve gotik prodüksiyon çalışması ile daha da değerlenir. Bizler de John’un bu distopyada bir kahraman mı, yoksa başka bir distopyanın kralı mı olduğunu aramaya koyulduğumuz yolculukta, toplum sakinlerinin algısının ve gerçekliğinin birtakım insanlar tarafından kontrol edildiğine şahit oluruz. Carl Gustav Jung’un kimlik kavramı üzerine yaptığı çalışmalardan ilham alan bu bilimkurgu türündeki psikolojik gerilimi kaçırmayın deriz!
Black Swan (2010)
Bir karakterin yaşadığı benlik çatışması sonucu geçirdiği dönüşümü konu alan Black Swan; başrolünde yer alan Natalie Portman’ın etkileyici performansıyla izleyicilerin akıllarına kazınırken Carl Gustav Jung’un kişilik arketiplerinden ilham aldığını da fazlasıyla ortaya koyan bir yapım. New York’ta yaşayan Nina başarılı bir balerindir ve hayatının tamamını kapsayan bir dans tutkusu vardır. Yeni sezonda beyaz kuğu olarak seyirci karşısına çıkacak olan Nina, ne yaparsa yapsın içindeki siyah kuğuyu sahnede ortaya çıkaramıyordur. Ancak rekabet, hırs ve tutku gibi güçlü etkileri olan duyguların bir araya gelmesiyle, Nina kendi karanlık tarafıyla yüzleşecek ve her yeni adımda içindeki diğer tarafı gün yüzüne çıkarmaya başlayacaktır. Jung’un ‘gölge’ kavramı ve bu kavramın baskıcı etkilerini kullanarak ortaya koyduğu bilinçdışı benlik ve onun yıkıcı güçleri hakkındaki teorisinin somut hâli olarak okuyabileceğimiz Black Swan; Jung’un acımasız bir şekilde kuramsallaştırdığı ‘iç şeytanlar’ ve ‘Self’ kavramlarını takip ederken, izleyiciyi de kendi içine dalacağı psikolojik bir yolculuğa sürükler.