Yazar Puanı
Puan - 65%
65%
Censor, başarılı oyunculukları, klostrofobik atmosferi, korku sinemasına (özellikle de unutulmuş video emekçilerine) bir saygı duruşu niteliği ile 1968 sonrası modern korku sineması ile yeni akım arasında bir orta nokta bulmaya çalışan, fena olmayan bir ilk film olarak çıkıyor karşımıza.
Öncelikle bir itiraf ile başlayayım. Korku sinemasına dair ilgim ve bilgim, bir korku hayranı olmamamdan ötürü epey kısıtlı oldu hep. Fakat, bir sinemasever olarak, tür sinemasının yükselişi içinde aslan payına sahip olan türün korku olduğunun da farkındayım. Sinemanın başlangıcından – hatta hikâye anlatmanın tüm formlarının başından – itibaren bir tür olarak korkunun var olduğunun da… Ancak bir dönem western‘in kapladığı yeri, sanki şu an korku kaplıyor. Western nasıl tükendiyse, korku da öyle yükseldi. Özellikle de son yirmi yılda, “korku filmi” yapmak amacıyla değil ama korkuyu, anlatmak istenen hikâyeyi iletmenin en uygun yolu olarak gördükleri için kullanan yönetmenler ve filmlerin çıkışına tanıklık ediyoruz. Bunların arasında The Witch, It Follows, The Purge, Get Out, Hereditary, A Quiet Place gibi filmler bulunuyor. Bu son kuşağın başlangıcını The Sixth Sense, The Others ya da korku türüne daha uygun düşebilecek The Descent gibi filmlere kadar götürebiliriz. Özellikle de son yıllarda A24 gibi bağımsız film şirketlerinin çıkması, korku türünün eğilip bükülmesiyle ortaya çıkan çeşitli filmlerin de vizyona girmesini sağladı. Spring, Zombieland, The Cabin in the Woods akla gelen örneklerden yalnızca birkaçı… Böyle bir ortamda, bir korku hayranı olmasa dahi bir sinema izleyicisinin bu filmlere denk gelmemiş, onlardan kaçınmış olma imkânı neredeyse sıfır.
Bu “akımın” son örneklerinden biri de Britanya’dan gelen parlak bir yapım. Prano Bailey-Bond’un ilk filmi olan Censor, Thatcher dönemi Britanyasında geçiyor. “Video nasty” denilen ve seri üretim camp vahşet filmleri furyasının ortasında bir devlet sansür ofisindeyiz. Muhafazakârlığın, “İngiliz değerlerinin”, Falkland Savaşı ile şişirilmiş milliyetçiliğin ve yükselen neoliberalizmin kurulduğu bu devirde, insanlar giderek daha da çok vahşet, kan ve çiğlik içeren bu korku filmlerini giderek artan bir biçimde talep etmeye başlamıştır. Ancak “demokrasinin beşiği” İngiltere’de bu filmler doğrudan yasaklanmaz, mümkün olduğunca kesilerek video dükkanlarına gönderilmeye çalışılır. İşte böyle bir ortamda çalışan Enid de filmlere profesyonelce ve soğukkanlılığı ile yaklaşmasıyla ünlü genç ve yalnız bir kadındır. Geçmişte yaşadığı travmatik bir olayı hâlâ atlatamamıştır. Bir gün, sansürlemedikleri bir filmdekine benzer bir cinayet işlenince, Enid ve ofis topa tutulur. Muhafazakârlar bu filmlerin insanları vahşete yönlendirdiğini savunmaktadır – insanların bu filmlere giderek daha çok aç hâle gelmesinin sebeplerini düşünmeden. Bu cinayet ile sarsılan Enid, izlediği bir filmde geçmişindeki travmanın konu edildiğine ikna olunca işler karışır. Enid, filmler ve gerçeklik arasındaki bağı yavaş yavaş kaybetmeye başlayacaktır.
Censor: Bir “Thatcherizm” Eleştirisi
Baştan söylemek gerekirse, Censor bilinmedik bir şey sunan bir film değil. Çoğu korku filminin -özellikle de 68 sonrası filmlerin- yaptığı gibi muhafazakârlık ve sistem eleştirisini beraberinde getirmesi ile köklerini The Texas Chainsaw Massacre’da arayabileceğimiz bir film var karşımızda. Ancak, bu filmin -bence talihsiz- akrabalığı çok daha yeni bir filmle: Yine Britanya’dan çıkmış ve yine benzeri bir biçimde korku filmlerini konu alan, çağdaş sinemanın en nevi şahsına münhasır yönetmenlerinden Peter Strickland’ın 2012 yapımı filmi Berberian Sound Studio. İki filmin ortak yönleri çok; İtalyan Giallo filmlerine olan saygı duruşları bunun başında geliyor. Berberian Sound Studio zaten Giallo filmlerinde çalışmak için İtalya’ya giden bir ses mühendisini anlatıyor. Fakat, Berberian Sound Studio ses odaklı olduğu için sahnedeki filmleri bize göstermemeyi tercih ediyor. Censor ise bizi sete dahi sokuyor. Kurdukları atmosferler ve gerçeklik ile sinema arasındaki ilişki ve -varsa- sınırı araştırmak açısından da bir akrabalıkları olduğu aşikâr. Ancak iki film sonlara doğru bambaşka yollara ilerliyorlar. Censor, bizim daha önce izlediğimiz filmlerle benzeri bir yolu tercih ederek korku unsurlarına ve “siyasi mesajına” odaklanıyor. Finalinde de bunu azıcık gözümüze sokuyor. Berberian Sound Studio ise bittikten sonra ben bu filmden neden korktum tadı ile sinemadan ayrılacağınız bir film inşa etmeye koyuluyor. Bu sebeple de aslında Berberian Sound Studio daha iyi bir film.
Censor’daki politik duruş, kendisini bir “anti-sansür” filmi olarak kurmamasıyla aslında bir nebze başarıya ulaşıyor. Her ne kadar arkasında bir niyet olsa da, filmi yekten politik bir film olarak okumak da mümkün değil. Atmosferi ve referanslarıyla, yukarıda saydığımız filmlerin çoğundan daha çok “korku” filmi sayılabilecek bir film bu. Ya da şöyle diyelim, bir korku hayranının elinden çıktığı belli olan bir film. Bu sebeple de hem “çağdaş” korku hayranlarını hem de klasikçileri bir noktaya kadar tatmin edebilecek bir yapım. Öte yandan, Censor’ın hafıza ve sinema ilişkisi (sansürcünün de bir tür kurgucu olduğunu kabul edersek) açısından Ceylan Özgün Özçelik’in Kaygı filmi ile bir paralellik taşıdığını düşünüyorum. En azından ikisini beraber düşünmek ilginç olacaktır.
Sonuç olarak, Censor, sinematografisi ve atmosferi ile başarılı bir korku filmi. Bir korku hayranı olmayan beni bir noktaya kadar tatmin etti diyebilirim. Fakat The Witch, It Follows veya Berberian Sound Studio gibi daha derinlikli filmleri düşündüğümde, bir sinemasever olarak aynı oranda mutlu olduğumu söyleyemem. Filmin, basit bir “Thatcherizm” eleştirisi olduğunu söylemek mümkün değil elbette ama yönetmenin filmin omurgasına koyduğu şeyin bu olduğunu düşünüyorum. Özetle, Censor, başarılı oyunculukları, klostrofobik atmosferi, korku sinemasına (özellikle de unutulmuş video emekçilerine) saygı duruşu ile 1968 sonrası modern korku sineması ile yeni akım arasında bir orta nokta bulmaya çalışan, fena olmayan bir ilk film olarak çıkıyor karşımıza.