Hepimiz okulda aldığımız tarih derslerinden hatırlarız ki; bir ülkenin tarihinde asıl vurgular, zafer dönemlerine yapılır. Yakın zamanda yaşanan hezimetler ya kısaca geçiştirilir ya da üzerlerine eklenen zaferlerin gölgesinde bırakılırlar. Bu nedenledir ki kısa ve acılı demokrasi tarihimizi, ancak yardımcı kitaplardan ya da belgelerden edindiğimiz bilgilerden öğrenebiliriz. Var olan bu eksikliğin tamamlanmasında sinema, çoğunlukla bir fırsat olarak görülür; kaybedilenlerin, bastırılanların ve ezilenlerin sesi olma görevi verilir ona. Halbuki alıcı olan kamera da onu kullanan kişiye bağlıdır ve yaşanılacak yüzleşme; bir noktada sinemacının, yönetmenin yüzleşmesi olacaktır. Sinemanın misyonu ile izleyiciye sunacağı tarihi gerçeklik, hep bir çatışma halindedir.

İkinci Dünya Savaşı’ndan yıkımla çıkan; özellikle Almanya, İtalya ve Doğu Avrupa ülkelerinin sinemalarında kendisini hissettiren moloz (ruble) film estetiği de sinemada gerçekliğin sunulması yönünde ilginç bir ortam sağlar. Bombalarla dümdüz edilmiş yıkık binalar içerisinde yaşamaya çalışan, hırsızlık yapmak ve öldürmek zorunda kalan binlerce insanı kadrajına alan bu estetik; stüdyo ortamında kurulan steril setlerin aksine filmlerin konu aldıkları hikayeleri, bizzat gerçek çevrelerinde anlatmalarını sağlar. Moloz film estetiğine Rosselini ve De Sica gibi yeni gerçekçi yönetmenlerin filmlerinde rastlayacağımız gibi farklı yaklaşımdaki yönetmenler de bu gerçekliği, kendi anlatıları içerisinde eritir ve eski bir sinema anlayışını yeni bir düzlemde yaşatırlar.

Alman yönetmen Wolfgang Staudte de bu isimlerden biridir. 1906 doğumlu yönetmen, Nazi Almanyası’nda bir dönem sinemaya katkıda bulunur ve özellikle bir propaganda filmi olan Jud Süß’ün yapım ekibinde olmasıyla hatırlanır. Fakat sonrasında Staudte, bu tercihlerinden dolayı vicdan azabı çeker. Savaşın ortalarında yavaş yavaş bu çevreden uzaklaşmaya başlar ve savaş sonrasında kendini tamamen Nazi Almanyası’na eleştirel bakan; savaş suçlularını, acı çeken halkı ve ezilen askerleri konu edindiği filmlere adar. Bu filmlerden ilki Katiller Aramızda (Die Mörder sind Unter Uns)’dır. Fakat her ne kadar bir propaganda filmi karşıtlığında olsa da bu yapımın kendisi de propaganda filmi olmaktan kaçamayacaktır. Savaş sonrası Amerika, İngiliz ve Rus birlikleri arasında bölünen Berlin’de uçan kuş bile bağlı olduğu sektörden habersiz hareket edememektedir. Staudte bu dönemde; çoğunluğunu savaş sırasında sürgün edilmiş ve çoğu komünist olan yönetmenlerden oluşan Filmaktiv isimli oluşumda yer almaktadır. Yönetmen, senaryosunu Amerikalı ve İngiliz yetkililere gösterse de olumlu dönüş olamaz. Ona el uzatan ise Sovyet yetkililer olur. Fakat tek bir şartları vardır: Filmin adı ve son sahnesi değişecektir. Filmin ilk ismi olan “Öldüreceğim Adam”, adı üstünde filmin sonunda eski bir Nazi subayının intikam amaçlı öldürülmesini işaret etmektedir. Sovyetler’in korktuğu şey ise filmden etkilenen insanların, bu tarz cinayetlere teşebbüs etmeleridir. Sonuç olarak filmin ismi “Katiller Aramızda” olarak değişirken malum son da rötuşlanır. Böylece propaganda filmlerinden dolayı günah çıkarmak isteyen Staudte, yeniden propagandayı maruz kalır.

İkinci Dünya Savaşı Sonrası İlk Alman Filmi

İkinci Dünya Savaşı sonrası çekilen ilk Alman filmi olarak tanınan “Katiller Aramızda”, 1945’in yıkıntılar içerisindeki Berlin’inde açılır. Bu açılış ve mizansen, moloz filme yönelik tüm unsurları taşır: Yıkılmış binalar, çarpık kadrajlar, alt açı çekimler ve çalışan fakir insanlar. Fakat Staudte daha bu başlangıçtan itibaren farklı bir şey yapar: Bu yeni yaklaşımı, biçimsel ve anlatısal olarak eski tercihlerle birleştirir. Kara film estetiğinde ışığın ve gölgenin aşırı kullanımı ile melankolik bir anlatıyı bir arada ilerletir. Bütün bu yaklaşım, ahlaki çöküşü ve suçluluk duygusunu simgeleyen karanlık bir dünya yaratır. Kısacası birçok yönetmenin daha gerçekçi bir sinema olarak gördüğü fırsatı Staudte, karanlık bir melodrama dönüştürerek daha geleneksel bir hikaye anlatmak ister. Buna zıt olarak da kurgu tercihlerinde Biçimci Sovyet Sineması’na yakın durur; özellikle bindirme tekniği ile zıtlıkları daha net yansıtmaya çalışır. Naziler’in vaatleri ile halkın yaşadığı çöküntü iç içe verilir.

Şehre belgeselvari bir bakıştan sonra savaş esirleri ile “Das Schöne Deutschland” (Güzel Almanya) yazılı bir poster üst üste bindirilir. Sonrasında filmin iki başkarakteri ile tanışırız. Susanne Wallner (Hildegard Knef), üç yılını toplama kamplarında geçirdikten sonra –Wallner’i canlandıran Hildegard Knef’in de gerçek hayatta, 3 ayını Polonya’da bir esir kampında geçirdiğini belirtelim- evine döner. Fakat evinde başka biri oturmaktadır: Doktor Hans Mertens (Wilhelm Borchert). Eski bir asker olan Mertens, savaş sonrası kendisini tamamen alkole vermiştir ve apartmanda yaşayanlar tarafından yalnızlığına terk edilmiştir. Bütün gününü gece kulüplerinde, varyete eğlencelerinde geçirir. Susanne’nin gelişine başlangıçta tepki gösterse de bir noktadan sonra aynı evi paylaşmak zorunda kalırlar.

Filmde Susanne’nin neden toplama kampına götürüldüğü söylenmez. Bir Yahudi midir yoksa başka bir suçu mu vardır bilmeyiz. Sadece “babası yüzünden” kampa gittiğini biliriz. Susanne de kendisine yeni bir hayat kurmak ister, oldukça iyimserdir ve hatta alışageldiğimiz kamp travmalarından iz taşımaz. Zamanla Hans ile yakınlaşarak kendisini ev işlerine, sevdiği adamı mutlu etmeye adar. Açıkçası bu yaklaşım, çok ikna edici ya da desteklenebilecek bir yaklaşım değildir. Staudte belki Susanne’yi Almanya’nın geleceğini kuracak kadınlardan biri olarak görür ama bu bakış açısı, Naziler’in bakış açısıyla aynıdır. Nasıl ki Naziler’in propaganda posterlerinde sarışın, mavi gözlü ve geleneksel kıyafetli Alman kadınlar sunulduysa Susanne de onlardan pek farklı değildir; çocuğunu Alman ideallerine göre yetiştirecek, hasadı yapacak ve erkeğine destek olacak bir işçi. Zaten filmin başında ortaya çıkmasına rağmen zamanla Susanne karakteri, Hans’a göre geri planda kalacaktır.

Hans’ın yaşadığı travmanın temelinde ise savaş esnasında masum insanların öldürülmesine tanık olması vardır. O dönemki komutanı Yüzbaşı Brückner (Arno Paulsen) ile savaş sonrasında yeniden karşılaşması bu travmayı tetikler; kabuslar görmesine neden olur. Başlangıçta bu travmanın dissosiyatif amnezi temelli olduğunu yani Hans’ın bu tecrübeyi unuttuğunu ve yeniden çağırdığını düşünsek de özellikle filmin güçlü ses kurgusu ile yaşananların sürekli olarak karakterin beyninde dönüp durduğunu anlarız. Onlarca insanın ölüm emrini veren Brückner’e engel olmayan Hans, yüzbaşının yaralanması ile ilahi adaletin sağlanmasını bekler, kendini öldürmesi için silahını ona verir. Fakat Brückner ölmez; hatta savaş sonrasında miğferleri tencereye dönüştürerek çok para kazanır. Savaşta kendisine emredilenleri sorgulamadan yapan ve kendisi de bizzat bir otorite figürüne dönüşen Brückner, ölümüne neden olduğu insanların, askerlerin üzerinden kesesini doldurmakta ve savaşın sermayesinden faydalanmaktadır. Filmde “Katillerin Aramızda” olduğunu bu şekilde anlarız; Brückner’in ölüm emrini verdiği Noel gecesi ile işçilerini bir araya topladığı Noel gecesinin görüntüleri birbirine paralel vererek Staudte, suçu kendimizde aramamız gerektiğini vurgular.

Die Mörder Sind Unter Uns: Yakın Tarihi Yargılayan Bir Film

Peki ne yapmalı, suçlular nasıl cezalandırılmalı? Staudte bu sorunun cevabını filmin sonlarına sıkıştırır. Brückner’i öldürmekten vazgeçen, Susanne ile birlikte mutlu bir yaşam sürmeye çalışan ve insanlara yaşam vermek için doktorluğa dönen Hans’ın mutluluğu, vicdanını bastıramaz. Filmin sonunda Brückner’i bir köşede sıkıştırır. Burada devreye giren Susanne, tek bir ölümün çözüm olamayacağını ima eder. Çözüm ancak hukukla ve yargılamayla olabilir. Filmin Nürnberg Mahkemeleri sonucunda karar verilen ilk idamlar gerçekleşmeden önce gösterilmesi de bu açıdan manidardır. Brückner’in temsili olarak parmaklıklar arkasında “Ben masumum” diye bağırması da yine mahkemelerde “sadece emirleri uyguladık” diyen yetkilileri hatırlatır. Kimse masum değildir, katiller aramızda yaşamaya devam etmektedir.

Katiller Aramızda (Die Mörder sind Unter Uns) savaşın hemen ardından böylesine ağır bir konuyu ele alması ve yeni bir estetikle geleneksel biçimsel tercihleri harmanlamasıyla dikkate değer bir filmdir. Hepsinden öte; tarihi bir acıya parmak basarken eğer anlatım tarzı olarak sinema seçildiyse, öncelikle yapılan şeyin bir film olması gerekliliğini hatırlatır.

Daha yazı yok.
Filmloverss.com size daha iyi hizmet sunmak için çerezleri kullanır. Sitede gezerek çerezlere izin vermiş sayılırsınız. Ayrıntılı bilgi close-cookie-information