Müzik, günümüzde sinema filmlerinin ayrılmaz bir parçası olmasına rağmen, bu durum sinemanın Lumière Kardeşler tarafından keşfedildiği dönem için geçerli değildi elbet. Filmlerin ses bandı olmaksızın çekildiği bu dönemde, gösterimlerin yapıldığı mekânlarda, perdedeki esere eşlik eden canlı müzik icralarıyla seyir deneyimi zenginleştirilmeye çalışılırdı. Bir sonraki aşama ise, sessiz filmlere özel bestelerin yapılmasıyla şekillendi; böylelikle müzik, filmin bir parçası hâline geldi. Müziğin filmlerin ayrılmaz bir ögesi olduğunun fark edilmesiyle bazı yaratıcı sinemacıların, müziğin anlatının da önemli bir parçası olabileceği fikrinin önünü açtığını söyleyebiliriz. Bu yöndeki denemeler, gerek film için yapılan orijinal bestelerin gerekse de hâli hazırda var olan müzik eserlerinin sinema filmlerine yeni anlamlar kazandırılması ya da mevcut anlamları daha da derinleştirilmesi gayesiyle kullanılmasıyla sonuçlandı. Artık 100 yaşını çoktan doldurmuş bir sanat dalı olan sinemanın en önemli bir parçalarından biri de müzik diyebiliriz. Öyle ki kimi zamanlar usta yönetmenler filmlerinin ilhamını bir şarkıdan alıyor kimi zaman da çekeceği sahnenin vuruculuğunu artırabilmek adına yoğun bir müzik kullanımına başvuruyor. İşte bu noktadan hareket ederek duyguları harekete geçiren müzik kullanımıyla anlatısını daha etkileyici kılan 10 film listesini derledik.
Duyguları Harekete Geçiren Müzik Kullanımıyla Anlatısını Daha Etkileyici Kılan 10 Film
Bir Şehir Katilini Arıyor – M (1931)
Alman Dışavurumculuğu’nun en önemli yönetmenlerinden biri olmasının da ötesinde sinema tarihine yön veren sinemacılar arasında sayabileceğimiz Fritz Lang‘ın ilk sesli filmi olma özelliğini taşıyan M, bir şehre dehşet saçan seri katili ve şehirde yarattığı kaotik hissiyatı merkezine alır. Filmin merkezindeki katil özellikle çocukları hedef seçer kendisine. Çocuklarla iletişime geçmek için de, onlara sempatik gelecek yollara başvurmaktan çekinmez. Bunlardan biri de Edvard Grieg’in “In the Hall of the Mountain King” bestesidir. Katilin bu son derece bilindik melodiyi, filmin birçok noktasında ıslıkla çaldığını duyarız. Bir çocuğa balon alırken neşeli bir tını yaratan melodiyi, anlatı boyunca farklı şekillerde kullanır Lang. Katilin hissiyatını ve aklından geçenleri yansıtmasının yanında filmin karanlık atmosferine de yön veren bu türden bir müzik kullanımı, müziğin anlatının yönlendirilmesindeki etkinliğinin ilk örneklerinden birini teşkil ediyor kesinlikle.
Yaşamak – Ikiru (1952)
Akira Kurosawa deyince akla ilk genel, görkemli ve epik tarihi anlatılar oluyor. Ama yönetmenin hikâye anlatıcılığındaki ustalığını tek bir janraya ya da sinema anlayışına sıkıştırılamayacak boyutta olduğu da şüphesiz. Kanser teşhisi koyulan eski bir bürokratın son günlerini perdeye yansıtan 1952 yapımı Ikiru, yönetmenin kariyerinin en ayrıksı işlerinden biri. Acısını dindirmek için öncelikle kendini Tokyo gece hayatına veren, fakat devamında sona yaklaştığı gerçekliğiyle yüzleşmek zorunda kalan bu adam, filmin iki noktasında “Gondola no Uta” ya da Türkçeye çevirirsek, “Hayat Kısadır” isimli şarkıyı söyler. İlki, adamın bir barda sarhoş olduğu bir andır. Bu esnada yaşadığı üzüntü ve kayıp hissi kolaylıkla hissedilir. İkinci sefer de yine benzer bir kırılganlık hissi hâkimdir. Ama adam yaşamının sonuna geldiği fikrini özümsemiş, bununla yüzleşmiş durumdadır artık. Şarkıyı söylerken, kırılgan bir tatmin hissiyatı yayılır adamın sesinden. Bu iki an arasındaki duygu dalgalanması, Kurosawa’nın “yaşamak” denen şeyin gelgitli yapısını aktarması açısından sinemadaki müzik kullanımının zirvelerinden biridir.
Zafer Yolları – Paths of Glory (1957)
Stanley Kubrick’in savaş karşıtı anlatısı Paths of Glory, Kirk Douglas’ın canlandırdığı Albay Cox’ın askeriye kurumunun kendi adamları üzerindeki insanlıktan çıkarıcı etkilerine karşı giriştiği mücadeleyi konu alır. Filmin kilit sahnelerinden birinde, askerlerin üzerindeki olumsuz havayı dağıtmak adına bir gösteri düzenlenir. Bu gösterinin yapıldığı yere esir alınmış bir Alman kadın getirilir ve askerler onu açıkça taciz ederek kendilerince “eğlenmeye” başlarlar. Bu sahne seyirci üzerinden büyük bir şok etkisi yaratır. Hemen ardından kadın, bir Alman halk şarkısı olan “The Faithful Hussar”ı söylemeye başlar. Bir şok anını takiben duyulan kadının sesi, oradaki herkesi yavaş yavaş etkisi altına almaya başlar. Yakın planda askerlerin yüzlerini, yaşla dolmaya başlayan gözlerini görürüz. Kadının söylediği şarkı, militarist bakış açısıyla şekillendirilmiş ulusal kimliklerin katılığını eritir tabiri caizse. Öyle ki bu sahne, tüm Kubrick filmografisinin duygusal anlamda en yoğun sahnelerinden biridir.
Sapık – Psycho (1960)
Psycho, sinema tarihinin üzerine en çok konuşulmuş, yazılıp çizilmiş filmlerinden biridir şüphesiz. Hakkında yapılan psikanalitik okumalar, ilk yayınlandığında seyirci kitlesine yaşattığı şoklar ve tarihinin en ustaca çekilmiş sahnelerinden olan duş sahnesi… Bu sahne öyle etkilidir ki sadece o sahneye odaklanan 78/52: Hitchcock’s Shower Scene isimli bir belgesel dahi bulunur. Yapılan kesmeler, kullanılan kamera açıları kadar, bu sahnedeki müzik kullanımı da dikkat çekicidir. Hitchcock’un birçok filmde birlikte çalıştığı besteci Bernard Herrmann, bu sahnedeki kullandığı yaylılarla, kurbanın tenine saplanan bıçak darbelerinin bir benzerini, seyircinin kulağına atar adeta. Böylelikle bu devrimci sahnenin ürperticilik seviyesi, benzerinin yakalamanın oldukça zor olduğu bir noktaya çıkar.
İyi, Kötü ve Çirkin – The Good, the Bad and the Ugly (1966)
Western, kendi içinde kuralları ve özellikleri olan bir janr. Bu kendine has özelliklerden biri de müzikleri şüphesiz. Özellikle efsanevi müzisyen Ennio Morricone ile özdeşleşen western müzikleri, bu anlatılarda kurulan tekinsiz atmosferin olmazsa olmaz ögelerinden biridir. Morricone’nin Sergio Leone’nin yarattığını söyleyebileceğimiz spagetti western alt türünün en bilinen örneklerinden olan The Good, the Bad and the Ugly için yaptığı müzikler; filmde kurulan, insanların birinin peşinde olduğu, çıkar kaygılarının ve şiddetin kol gezdiği atmosfere müthiş bir katkı yapar. Müzisyenin klasik film müziği anlayışını dönüştürerek, yer yer insan ve hayvan seslerini de kullanarak yarattığı besteler olmadan The Good, The Bad and the Ugly’nin benzersiz atmosferinin eksik kalacağını kesinlikle söyleyebiliriz.
Aşk Mevsimi – The Graduate (1967)
Yeni Hollywood döneminin lokomotif filmlerinden olan, Mike Nichols imzalı The Graduate, 60’larla birlikte neredeyse tüm dünyaya hakim olan kaotik atmosferi, çok küçük, oldukça bireysel bir noktadan ele alarak tüm bir jenerasyonun hissettiklerine dair çok önemli sözler söyler. Öyle ki bu anlatıyı gençliğin, içine sıkıştırıldığı tüm kalıplara karşı giriştiği savaşa odaklanan devrimci bir film olarak okuyanlar da az değildir. Filmin henüz başında Simon & Garfunkel klasiği The Sound of Silence şarkısını duyarız. Dustin Hoffman’ın canlandırdığı karakteri gördüğümüz esnada duyduğumuz bu şarkı sözleriyle tüm bir kuşağın içinde bulunduğu durumu özetler gibidir: “Merhaba eski dostum karanlık, seninle tekrar konuşmak için geldim.” Bu sözler eşliğinde bir umutsuzluk hâli yayılır seyirciye doğru. Filmin sonunda, her şey olup bittiğinde bu şarkı geri döner; bu kuşak için sessizliğin sesinden kaçmak mümkün değildir.
Mavi Kadife – Blue Velvet (1986)
Blue Velvet için yönetmen ve senarist David Lynch’in en büyük esin kaynaklarından biri Bobby Vinton’ın filmle aynı ismi taşıyan şarkısının atmosferidir. Yayınlandığı 1963 yılının en büyük hitlerinden biri olan şarkı, klasik 60’lar sound’una sahiptir ama kensinlikle -David Lynch’in de düşündüğü gibi- gizemli, mistik bir havası da vardır. Filmde küçük ve görünürde huzurlu olan bir Amerikan banliyösüne davet eder bizi yönetmen. Ve yapmayı çok sevdiğini bildiğimiz üzere, bu “huzurlu” görüntünün altını oyarak, bu mekânlarda yaşanan karanlık ve ürpertici olayları dışa vurur. Lakin, filmin tonunun tamamen gerçekçilikten beslendiğini söyleyemeyiz. Zira Lynch, bu türden bir gerçeklikle ilgilenmez. Ona göre karanlık insan zihninin içindedir. Filme adını veren şarkı da, filmin bu hissiyatını destekler, hatta tüm anlatının üzerini bir örtü gibi kaplar. Vinton’ın şarkısı artık, o eski hit değil, Lynch’in karanlık dünyasının etkili bir parçasıdır.
Üç Renk: Mavi – Trois couleurs: Bleu (1993)
Juliette Binoche’un canlandırdığı Julie’nin bir trafik kazası sebebiyle eşi ve çocuğunu kaybetmesi üzerine geçmişle olan tüm bağları koparak kendisine yeni bir yol oluşturma çabasını anlatan film, aynı zamanda ismini aldığı mavi rengi görsel olarak da hikâyeyle birlikte işliyor. Kieslowski’nin efsanevi üçlemesinin özgürlük temalı bu ilk filmi, oldukça güçlü bir kadın imajı çizen Julie’nin geçmişin tüm o tutsaklaştıran yapısına rağmen özgürlüğe ulaşma çabasını Kieslowski’nin kendine has o mistisizmiyle anlatıyor. Görselliğin anlatıda kapladığı yerin yanında, müzik de Julie’nin özgürlüğe giden kapısı oluyor bu anlatıda. Besteci olan eşinin ölümüyle yarım bıraktığı eseri tamamlamaya kalkışan Julie, bu süreçte hem geçmişinden hem de ailesini kaybetmesiyle içine girdiği matem havasından sıyrılarak, notalar eşliğinde özgürleşiyor.
Trainspotting (1996)
Iggy Pop ve Lou Reed gibi isimleri içinde barındırmasıyla dönemin ruhunu ve karakterlerinin iç dünyasını başarılı bir şekilde yansıtmayı başarır Trainspotting. Filmin başarılı müzik seçimlerini takdir etmemek elde değil, müzikleri olmadan düşünemeyeceğimiz kadar bütünlüklü sahne-şarkı kullanımları Trainspotting’in en önemli yanı belki de. Ewan McGregor sokakta koştururken arka planda Lust for Life‘ın olmadığını düşünebilir misiniz? Trainspotting’i dikkatli izlendiğinde, filmin The Beatles’a ve dolayısıyla eşsiz şarkılarına pek çok gönderme yaptığını fark ediliyor. Bu göndermelerden ilki, dedektiflerin Renton’u cadde boyunca kovaladığı sahne görülüyor. Treni seyrederken dört arkadaşın, The Beatles’ın Sgt. Pepper’s Lonely Hearts Club Band albümünün arka kapağındaki gibi dizildiklerini de görmek mümkün. Müzikle bu denli iç içe olan Trainspotting, yapılan yerinde seçimleriyle, anlatısını bir üst seviyeye taşımayı başarıyor.
Whiplash (2014)
Çocukluğundan beri tek hayali, idolü olan jazz bateristi Buddy Rich gibi olmak olan Andrew Neiman’ın New York’ta ünlü Shaffer Konservatuar’ına gelmesiyle başlar her şey. Öğrencilerine oldukça sert davranan, psikopatlığın sınırlarında bir hoca profili çizen Fletcher’ın Andrew’i kendi grubuna almasıyla ise; film müziğin ilham verici, mutlu atmosferinden yavaş yavaş gerilimin kucağına âni atlayışını gerçekleştirir. Gerilimin artmasıyla tempoyu hissettiğimiz, adeta bagetlerin ritmine uygun bir şekilde oturduğumuz yerde hareketlenmeye başladığımızda ise Whiplash’in müziği ve hırsı yalnızca hikâyenin merkezine koymadığını, filmin ritmini de müziğin kendisiyle kurduğunu fark ederiz. Justin Hurwitz ve Tim Simonec’in imzasını taşıyan müzikler, davul ve caz ritimleriyle izleyicinin de içinde kaybolacağı bir anlatının kapısını aralar ve bagetleri Andrew’un ellerini paramparça eder.