Sinema gerçek hayattan beslendiği kadar; hikayesini oluştururken insanların hayal dünyasından, gelecek tasvirlerinden, rüyalardan, metafizikten ve teknolojiden de beslenmeyi ihmal etmez. Hatta belki de alternatif evrenler, farklı distopyalar yansımasını edebiyatta olduğu gibi etkileyici bir şekilde beyazperdede bulurlar. Bilimkurgu; her ne kadar daha mekanik bir dille ve görüntüyle kadrajla buluşsa da; aslında bu filmler de diğer türlerde olduğu gibi birçok duygunun bir araya gelmesiyle bir bütün olarak izleyici karşına çıkar. Mesela aşk ve dramın bir korku veya bir aksiyon filminde kendisine yer bulması gibi; bu iki duygu bilimkurgunun da yapı taşını oluşturabilir. Eternal Sunshine of the Spotless Mind’da Joel ile Clementine’in aşktan kurtulmak uğruna kendilerini bilime bırakmaları veya Perfect Sense’deki gibi dünya hislerini kaybetme salgınına yakılmışken Susan ile Michael’in birbirlerine aşık olması gibi… bilimkurgu, distopya gibi gerçek üstü olarak sunulan her şey aslında bir yerde aşkın ve duyguların kolundan yakalayıverir. İşte biz de bu tanıma uyan filmlerden yola çıkarak; duygusal hikayeleriyle dikkat çeken 12 bilimkurgu filmini derledik.
Duygusal Hikayeleri ile Dikkat Çeken 12 Bilimkurgu
Gattaca – 1997
Willard Gaylin’in “Sadece tabiat anaya müdahale edeceğimizi düşünmekle kalmıyor, onun bizden bunu beklediğini de düşünüyorum.” sözüyle başlayan hikaye; en büyük hayali uzay istasyonu Gattaca’ya girmek ve uzaya gitmek olan Vincent’ın mücadelesini anlatır. Çünkü, onun için kusursuz genlere sahip gençleri toplayan bu istasyona girmek hiç kolay değildir, Vincent’a daha doğar doğmaz yapılan testte onun kalp yetmezliğinden 30 yaşında öleceği anlaşılmış, ne yazık ki o da hayata 1-0 geriden başlamıştır. Çok da uzak olmayan bir gelecekte geçtiğini düşündüğümüz Gattaca; distopik bir evrende daha mekanik bir alan yaratsa da Titan gezegenine astronot olarak gitmek için her şeyi yapan Vincent’ın Uma Thurman’ın canlandırdığı Irene Cassini’yle yaşadığı aşkı da izleyiciye başarılı bir şekilde yansıtır.
Vanilla Sky – 2001
İspanyol sinemacı Alejandro Amenabar’ın Abre los ojos adlı filminin bir uyarlaması olan ve başrollerinde Tom Cruise, Penelope Cruz ve Cameron Diaz’ı gördüğümüz Vanilla Sky; hayatta istediği her şeye sahip gibi gözüken; zengin ve yakışıklı David Aames’in hikayesini anlatır. Gittiği bir partide Sofia’ya aşık olan ama eski kız arkadaşı Julie’nin onu sürekli izlemesinden kurtulamayan David’in hayatının esas değiştiği nokta ise geçirdiği trafik kazası olacaktır. Hayatının tüm güzelliklerine rağmen bir eksiklik olmasından şikayet eden David’i artık bu saatten sonra geçirdiği ameliyatlardan dolayı maske takarak dolaşmak zorunda kalmıştır. Üstelik David’in gördüğü rüyalar gerçek oluyor; gerçek sandığı şeyler ise kabusa dönüşüyordur…
Eternal Sunshine of the Spotless Mind – 2004
Bir aşk veya bir ayrılık tüm anılarınızı sildirmek isteyeceğiniz kadar güçlü olabilir mi? Ya da hafızayı temizlemek gerçekten her şeyin çözümü müdür? Eternal Sunshine of the Spotless Mind, tam da bu sorgulamayı yapmamıza neden olan bir filmdir işte! Birbirinden çok farklı iki karakter olan; İçine kapanık biri olan Joel ile hisleriyle hareket etmeyi seven ve oldukça dışa dönük bir kişiliğe sahip olan Clementine bir kumsalda tanışırlar, birbirlerini çok severler… ama tabii ki ‘sonsuza kadar mutlu yaşadılar’ deyişi sadece masallarda yer bulur kendine. Her aşk hikayesinin mutlu bitmeyeceğinin, her birbirini seven çiftin aynı zamanda birbirleriyle iyi anlaşması gerekmediğinin kanıtı olan film; kurgusuyla ve senaryosuyla hafızalarımıza kazınmıştır!
The Fountain – 2006
Üç farklı zaman diliminde bir adamın sevdiği kadını kurtarmak için çabalamasını ve başından geçen bin yıllık serüveni konu alan The Fountain; aşka dair bir sonsuzluğun peşinde olma hikayesidir aslında. Ölümle yaşam arasında kalan bir döngüyü beyazperdeye yansıtan film; geçmişte, bugünde ve gelecekte yaşayan adamın ortak bir gerçeğini ele alır. 15. yüzyılda İspanya’da yaşayan Tomas ölümsüzlük verdiği sanılan efsanevi bir çeşmenin arayışına çıkar. Günümüzde; Tommy Creo isimli bir bilim adamı, kanser olan eşi İzzy’yi kurtarabilmek için umutsuzca bir tedavi yöntemi keşfetmeye çalışmaktadır. 25. yüzyılda, astronot olan Tom ise uzaydaki gezintisi sırasında kendisini çok uzun sürelerdir rahatsız eden olayların arkasındaki gerçekleri keşfeder. Filmin yönetmenliğini ise Darren Aronofsky üstlenmektedir.
Mr. Nobody – 2009
Hayatınızda verdiğiniz bir kararın gelecekte birçok olasılık doğurabileceğini düşündünüz mü hiç? Kelebek Etkisi teorisinde bahsedildiği gibi, bir kelebeğin kanat çırpışı başka bir diyarda fırtına kopmasına neden olabilir. Mr. Nobody de aslında bu kavramı izleyiciye başarılı bir kurguyla sunan etkileyici bir yapım. 2092 yılında dünyada kalmış son ölümlü olan, 117 yaşındaki Némo, ölüm döşeğinde çocukluktan kalma bir anısını hatırlar. Kendisini bir peronda hatırlayan Némo; bir karar vermelidir. Tren kalkmak üzereyken; annesiyle mi gitmeli yoksa babasıyla mı kalmalı tercihini belirleyecek olan Némo; sonsuz olasılıklar serisinin kapısını açıverir. Popüler fizik teorilerini felsefi bir şekilde ele alan ve izleyiciye adeta bir zihin oyunu sunan film; Némo’nun tercihlerini, aşkını ve geleceğini gözler önüne serer.
Never Let Me Go – 2010
Başka bir distopya ile karşı karşıyayız. Doğmadan önce kaderleri çizilen; kendilerine ait olmayan bir hayatı yaşayan bir okul dolusu çocuk! Hailsham adında yatılı bir okulda başlayan hikaye, sıra dışı bir dünyayla buluşturur bizi. Aşk ve dostluk kavramları arasında sıkışmış olan Kathy, Tommy ve Ruth’un ekseninde; aslında o okulda yaşayan tüm çocukların geleceklerini, umutlarını ve hayal kırıklıklarını izleriz. Mark Romanek imzalı Never Let Me Go; tüm hayatlarını bir donör olarak yetiştirilmeye adayan ve bu durumdan kurtulmaya çalışan hayatların hikayesini anlatır.