69. Emmy Ödülleri sahiplerini buldu.  Ödül alan yapımlar üzerinden bir tartışma da başladı: Aktivist insanları ‘’politik doğruculuk’’ ve ‘’duyarcılık’’ ile suçlamak.

Amerika Birleşik Devletleri’nde başkan adaylığını ilk açıkladığı günden beri Donald Trump  ve Hollywood, Amerikan sanat camiası arasında amansız bir mücadele başladı.  Seçimlerden önce aralarında Cher, Bryan Cranston, Stephan King, Robert De Niro gibi isimlerin bulunduğu birçok isim Trump’ın seçilmesinin bir felaket olacağını, hatta ülkeyi terk etme kararı alabileceklerini açıkladılar. Sanat camiasının çok büyük bir çoğunluğu seçim süreci boyunca kendilerini Trump’ın karşısında konumlandırdı. Robert De Niro, George Clooney, Natalie Portman, Jessica Chastain, Meryl Streep, Lady Gaga, Madonna, Ellen Degeneres… Daha sonra hepinizin bildiği gibi başkanlık seçimlerini sürpriz sayılabilecek bir sonuçla; Meksika sınırına duvar çekmek isteyen, Müslümanları ülkesine almamak için elinden geleni yapacağını ima eden, kürtaj hakkına ve doğum kontrolüne karşı savaşacağını belirten,  kadın ve LGBTİ+ birey düşmanı Donald Trump kazandı.  Doğal olarak sanat camiasından birçok isim olan bitene karşı oldukça şaşkın bir halde fakat sert tepkilerle duruşunu belli etti. Bu tepkileri vermeleri de oldukça normaldi, çünkü oldukça basit bir şey istiyorlardı: ‘’Irkçı bir kadın düşmanı ülkeyi yönetmesin.’’ Oldukça makul bir istek. Bizler de kendi ülkemizde bundan daha doğal bir istekte bulunamayız sanırım.  

Tüm bu seçim süresinde Trump kendisi için çok önemli bir şey yaptı.  İktidarı dengeleyecek veya ondan hesap sorması gereken sosyal kurumların, meşruiyetine sistematik biçimde saldırdı. Medyada alternatif bir gerçeklik yarattı. Zaten Amerika’da medyanın hepsini bizim ülkemizdeki gibi kontrol altına alamazsınız. Medyanın tümüne baskıyla sahip olmak bizim gibi ülkelere mahsus. Amerika’da bu pek mümkün değil, çünkü medya patronları ve iktidar arasında ihale ve rant bağı yok. O yüzden Trump medyayı ele geçirmek yerine kendi gerçekliğini yarattı. Tüm bu süreç boyunca da sürekli Hollywood ve sanat camiası ile kavga halindeydi. Hatta Hollywood bu tavırlarıyla Trump’ın seçilmesine katkıda bulunmakla suçlandı.

İki taraf arasındaki gerginlik Oscar öncesi 74. Altın Küre Ödülleri’nde Meryl Streep’in yaptığı konuşmayla zirve noktasına ulaştı. Meryl Streep ödül konuşmasında, engelli bir NYT gazetecisiyle dalga geçen Donald Trump hakkında “Bu yıl çok çok çok güçlü performanslar vardı. Nefes kesen işlerdi. Beni şaşırtan bir performans oldu. Kancalarını kalbime batırdı. İyi olduğu için değil, çok etkileyici olduğu için. Hedef kitleyi güldürüp dişlerini gösterdi. Ülkemizdeki en saygın koltuğa oturması istenen kişinin, özürlü bir muhabiri taklit etiği andı bu. Ayrıcalık, güç ve mücadele kapasitesi açısından üstün biri. Bunu gördüğümde kalbim kırıldı ve aklımdan çıkaramadım, çünkü bu bir film değildi, gerçek hayattı. Rol model olan, güçlü, herkesin hayatını etkileyen bir kişinin böyle bir şey yapması, diğer insanlara da bunu yapma hakkını veriyor.” dedi. Bu konuşma Amerika basınında oldukça yer kapladı. Hatta Meryl Streep’in o sene Oscar  Ödülleri’nde ‘’En İyi Kadın Oyuncu’’ dalında aday gösterilmesinde bu konuşmanın çok etkili olduğu öne sürüldü. Sanki Meryl Streep bu ödüle daha önce 19 defa aday olup, ödülü üç kere kazanmamış gibi…

İşte konunun tam bu noktasında bana göre ne yazık ki internetin bir tümörü haline gelen; insanları ‘’politik doğruculuk’’ yapmayla, ‘’duyar kasmayla’’, ‘’feminazi’’ olmayla suçlama konusuna girmemiz gerekiyor, zira bu seneki Emmy Ödülleri’nde de aynı tartışmaları yaşıyoruz.

Donald Glover - filmloverss

Aktivist İnsanları ‘’Politik Doğruculuk’’ ve ‘’Duyarcılık’’ ile Suçlamak

‘’Politically correct’’ (politik doğruculuk), SJW (Social  Justice Warrior) – (duyarcılık), feminazi (Bu kavramı açıklamaya gerek bile yok, zira tamamen uydurma bir argüman. Tartışmalarda feminazi argümanının karşılığı yok.) Bu kavramlar son yıllarda özellikle internet vasıtasıyla ve genç kitlenin özellikle Reddit’ten etkilenmesiyle iyice hayatımıza girmiş durumda. Evet hem politik doğruculuk da, hem de duyarcılık da abartı yaşanabilir. Tabii ki bunu eleştirebilmek de gerekebilir. Örneğin; benim için geçtiğimiz yıl Oscar Ödülleri’nde ‘’En İyi Film’’ ödülünü Manchester by the Sea ya da La La Land’in yerine Moonlight’ın alması, ‘’Yabancı Dilde En İyi Film’’ ödülünü de yılın en güzel filmi Toni Erdmann’ın yerine Trump’ın ülkeye almadığı Asghar Farhadi’nin The Salesman filminin alması gayet politik doğruculuk üzerinden tartışılabilir meseleler. Fakat bilmemiz gereken bir şey var: Zamanın ruhu, çevresel ve sosyolojik şartlar. Tartışmalarımızı da bunun üzerine yapmamız gerekmekte.

Bugün geldiğimiz noktada ise yıllardır bedel ödeyerek bir noktaya gelmiş Feminizm hareketine ‘’Ya bunlar da tam feminazi’’ deyip geçmek, LGBTİ+ hareketi aktivistlerine ya da harekete destek veren insanlara ‘’Bunlar da tam faşist. Benim onları sevmeme hakkımı anlayamıyorlar’’ demek, soykırım için, 6-7 Eylül Olayları için Ermeniler’den özür dileyen Türkler’e ‘’Ama hep Ermenicisiziniz. Onlar da şöyle böyle yaptı’’ deyip, acıları karşılaştırmak, siyahi insanları kastedip, ‘’Bu ülkede Araplar çok sevilir ya. Burda ırkçılık falan olmaz deyip, ülkesindeki Kürtler’e ve Araplar’a ‘’Beğenmiyorlarsa gitsinler kardeşim’’ demek gibi tutumlar ne yazık ki moda olmuş durumda. Reddit tarzı mecralardan bu tabirleri öğrenen gençlerin, kadın haklarını savunan güçlü bir kadın gördüğünde hemen ağızlarında iki kelime beliriyor: Feminazi, SJW. ”Dünya Ekonomik Forum’un  kadın erkek eşitliği endeksinde 28. sırada olan ABD’den komik tabir aşırmadan önce 130. sıradaki ülkeni yükseltmeye çalış. Sonra komikliğini yaparsın.” Bu insanlar ne yazık ki; komiklik yapacağım, dürüstlük yapacağım, farklı olacağım düşüncesiyle ırkçılık ve seksistlik yaptıklarının farkına varamıyorlar. Ortalıkta ‘’Duyarölçer’’ gibi gezip, insanları aşırı duyarlı olmakla suçluyorlar. Özellikle çizgi roman uyarlamalarında ya da yeniden uyarlama yapımlarda baş karakter sonradan siyahi, kadın, eşcinsel, Hispanik ya da Asyalı yapılırsa ortalığı yıkıyorlar, yer yerinden oynuyor. ‘’Hayalet Avcıları neden tekrar kadınlarla çekiliyor?’’, ‘’Kadın Doctor Who mu olur?’’ Olur, hem de misler gibi olur. ‘’O karakteri neden eşcinsel yapmışlar?’’ Çünkü eşcinseller vardır. Hatta bazı kesimler bu işin dozajını iyice artırıp ‘’Eşcinsel Faşizmine’’, ‘’Azınlık Faşizmine’’ uğradıklarını söylüyorlar. El insaf demek istiyorum. Bu ülkede eşcinsel faşizmine, azınlık faşizmine uğramak? Bu arkadaşlara söylemek istediğim bir şey var: Hayat bilgisayarlardaki gibi değil arkadaşlar. Hangi ülkede, hangi şartlarda yaşadığımızı, bu ülkede yaşanan ve yaşanmakta olan olayları unutmayın.  Zamanın ruhuyla ve Trump’ın da etkisiyle Amerika özelinde daha fazla olmak üzere neredeyse tüm dünyada LGBTİ+ hareketi, kadın hakları, ırkçılıkla ilgili yapımlar tavan yapmış durumda. İçlerinde muazzam yapımlar da var, kötü yapımlar da var. Yüzyıllardır süregelen mücadeleler bir şekilde sonuç vermiş, yapımlar bu aşamaya kadar gelmiş, benim ülkemin daha kavramlardan bir haber genci tutturmuş bir SJW, bir politik doğruculuk. Kendi ülkesindeki yapımlarda ülkede eşcinsellik yokmuş gibi davranılmasını, yapımlarda bir tane bile eşcinsel karakter koyulamamasını dert etmesi gerekirken, Feminazi, SJW…

Bu seneki bol bol Trump’a laf sokmalı geçen Emmy Ödülleri’nde de, verilen bazı ödüllere inanılmaz bir şekilde itiraz edildi. Hangi ödüllerdi bunlar tek tek inceleyelim.

En İyi Erkek Oyuncu – Drama: Sterling K. Brown  (This Is Us)

Anthony Hopkins, Kevin Spacey gibi adayların arasında yalnızca siyahi olduğu için ödülü aldığı söylendi ama bana göre Sterling K. Brown, This Is Us’ta insanın kalbine dokunan sıcacık, pürüzsüz bir oyunculuk sergiledi.

En İyi Erkek Oyuncu – Mini Dizi/TV Filmi: Riz Ahmed (The Night Of)

Yine kendisinin aldığı ödül için etnik kökenleri ön plana çıkarıldı, fakat Riz Ahmed yılın en büyük çıkış yapan oyuncularından biri. Yer almaya başladığı yapımlarla rüştünü ispat etmeye başladı.

En İyi Erkek Oyuncu – Komedi: Donald Glover (Atlanta)

Kendisinin aldığı ödül için siyahiliği ön plana çıkarıldı. Kendisini uzun uzun anlatmayacağım. Tek bir şey söyleyeceğim: Community.

En İyi TV Filmi: Black Mirror: San Junipero

Black Mirror’un gelmiş geçmiş en güzel bölümlerinden biri ve diğer adaylardan çok daha iyi bir yapım olan bölüm için eleştiriler; ‘’lezbiyenlik’’ yüzünden bölümün bu kadar beğenildiği yönünde. İnsan gerçekten hayret ediyor.

En İyi Drama Dizisi: The Handmaid’s Tale

Evet  gerçekten de The Handmaid’s Tale’in aldığı ödülü politik doğruculukla örtüştürenler var. Basit bir şekilde dizinin konusu şöyle: “Aşırı muhafazakar, erkek-merkezci, sapına kadar dindar erkekler bir ülkede darbe yapıyor, muhalefet yapan kim varsa ya hapiste ya da idam ediliyor, kadınlar evlere kapatılmış birer rahimden ibaret…” Bir distopyayı anlatan bu diziyi ülkemizde yaşayan herkesin izlemesi gerekiyor. Çünkü el alemin distopya diye çektiği dizide ülkemizden o kadar çok şey buluyoruz ki, bazı bölümlerden sonra ekran karşısında kalakalıyoruz. Ne kadar bizden, ne kadar bizi anlatan bir dizi… Halimizi anlayıp bir şeyler anlatmak yerine, bir şeyler anlatan insanları duyarcılıkla suçlayan insanlardan ben artık bıkmış durumdayım. Tabii ki bunların hepsi üslubunca tartışılabilecek konular. Tüm bu hareketler için dil ve jargon çok önemli kavramlar. Yüzyıllardır bedel ödeyerek bu hareketi buralara kadar getiren insanların iki tane internet tabirinin altında ezilmesine izin vermemeliyiz. Irkçılık ve seksizmin meşrulaştırılmasına elimizden geldiğince karşı koymalıyız.

O zaman ödülü sonuna kadar hak eden The Handmaid’s Tale’den gelsin: “Şimdi dünyayı anlayabiliyorum. Bunun öncesinde uyuyormuşum. Bunun olmasına böyle izin verdik. Kongreyi katlettiklerinde uyanmadık. Teröristleri suçlayıp anayasayı askıya aldıklarında, yine uyanmadık. Geçici olacak demişlerdi. Hiçbir şey anında değişmez. Sürekli ısısını artıran küvette farkında olmadan kaynayarak ölürsün.”

Daha yazı yok.
Filmloverss.com size daha iyi hizmet sunmak için çerezleri kullanır. Sitede gezerek çerezlere izin vermiş sayılırsınız. Ayrıntılı bilgi close-cookie-information