Mükemmelliyetçi olmaları, istediklerini elde etme tutkuları ve ürkütücü kararlılıkları ile hiçbir şey yapmadan bile eril iktidarı sarsmalarıyla dikkat çeken kadın karakterlerin sinemada birçok temsilini izledik. The Blue Angel (1930), Gilda (1946), Vertigo (1958), Body Heat (1981) bu filmlerden sadece bazıları. Bir de aynı duruşu, boylarını aşan rollere hayat verirken hepimize ilham veren çocuk karakterler özelinde düşünelim.
Eril İktidara Rağmen Bildiğini Okumaktan Vazgeçmeyen 9 Gözü Kara Çocuk Karakter
Cría cuervos (1976) – Ana Torrent
Soru şu; çocukluk her zaman güzel hatırladığımız anılardan mı ibarettir? Bugün dönüp o yıllara şöyle bir baktığınızda çocukluğunuzdan size arta kalan ne aslında? Hadi biraz dürüst davranalım kendimize. Annemizi tüketen sert mizaçlı, asker bir babamız yok belki ya da babamızı tüketen ölümden beslenen bir dikta rejimi… Boyunduruğu altına girdiğimiz yakın akrabalardan bahsedebiliriz miyiz peki? Ana’nın hikâyesine bir ‘belki’den daha yakın olabiliriz. Bir farkla, o fiziksel ve ruhsal tüm bu baskılar altında bile farkındalığı oldukça yüksek bir çocuk. Hayal dünyası ve gerçekliği arasında gidip gelen hikâyesinde Franco rejiminin etkilerini yansıtan baba otoritesi başta olmak üzere, rejim yanlısı tüm erkek karakterlere karşı ketum tutumu ve merhametsizliğiyle dikkat çeken Ana, aynı zamanda ölüm kavramına karşı takıntılı tavrıyla da karakteri üzerine düşündürüyor. Hayatında olup bitenlere karşı yaşına kıyasla sahip olduğu aşırı duyar, içinde bulunduğu duruma müzik ve dansla direnmesi ve tüm o ‘kendi hâlinde olma hâliyle’ o odaklandığımız ‘güçlü duruş’un eşsiz bir yansımasını sunan Ana Torrent, performansıyla hafızamıza kazınıyor.
Léon (1994) – Natalie Portman
Kendilerinden başka hiç kimsesi olmayan iki karakter, bir kız çocuğu ve profesyonel bir tetikçi. Hepimiz bu ikiliyi çok sevmiştik. Duygusal anlamda kendisini yaşadığı hayata ait hissetmeyen, aile ilişkileri bozuk ve toplumun ona dayattığı tüm rolleri reddeden bir çocuk olan Mathilda, okuldan gelen telefona “O öldü” diyerek ikinci hayatının ilk gününe merhaba diyor. Yaşıtları gibi hareket etmediği gibi, tüm çevresel etkenleri sorgulamayı bilen Mathilda, çok geçmeden Leon’un kapısını çalıyor ve sarkastik ilişkileri başlıyor. Boynundaki kolyeden tutun da televizyonda izlediği programa; Leon’a yaptığı danslardan onun bir nevi suç ortaklığını üstlenmesine kadar baştan aşağı bir dönüşüm geçiren Mathilda’nın, taşıdığı ismin anlamına da özellikle değinmek gerek sanırım. “Might” ve “Battle” kelimelerinin birleşiminden oluşan bu kelime güç ve çatışma, iç mücadele anlamlarını taşıyor. Bu kendine has büyüme hikâyesi ise karakter dönüşümü üzerinden “güçlü duruş” kavramına kafa yormamıza yetiyor.
Matilda (1996) – Mara Wilson
Yetişkinlerin dünyasında çocuk olmanın zorluğunu iliklerinize kadar hissedeceğiniz olay örgüsüyle dikkat çeken Danny DeVito imzalı Matilda, sıradan ve hatta oldukça eğitimsiz diyebileceğimiz bir ailenin olağanüstü zekaya sahip çocuğunun hikâyesini anlatıyor. Bir gün kütüphaneye giderek tüm kitapları okumaya karar veren Matilda, okudukça tele kinetik güçlerinin farkına varıyor. Ailesi bu durumu inkâr ediyor ve onu korkunç bir okula gönderiyor. Matilda’nın nefis direnişi ve sisteme kafa tutan hikâyesi ise tam da bu noktada başlıyor. Fantastik ögelerden bolca beslenen film, küçük bir kız çocuğunun sahip olduğu yetenekleri nasıl ortaya koyabileceğine ve onları kendi iradesiyle nasıl kontrol edebileceğine dair çok güzel bir örnek.
The Fall (2006) – Catinca Untaru
Büyüleyici atmosferi, leziz sinematografisi ve masalsı dokunuşlarıyla The Fall birçoğumuzun gönlünde taht kurmuştur herhâlde. Bir portakal ağacından düşerek kolunu kıran Alexandria, aslında Romen’dir ve Amerikan kültürü etkisi altında kalmış, şiddetli bir kültür çatışmasına maruz kalmıştır. Ailesinin, doktorların ve çevresindeki yetişkinlerin onun hakkında söyledikleriyle neye inanacağını şaşırmış bir çocuk olan Alexandria, içinde bulundukları sürreal hikâyenin bir noktasında Roy’la tanışır. Aralarındaki tatlı çekişmeler bir anda sadece karakterlerin değil bizim de gittikçe içine çekildiğimiz uydurma bir hikâyeye evrilir. Roy’un anlattığı hikâyeyi hayranlık uyandıran bir bilinçle dinleyen Alexandria, aynı zamanda Roy’un aksine yazdıkları hikâyenin gidişatını onların belirleyebileceğinin de farkında. Bu farkındalık ve hikâyeye yaptığı müdahalelerle oldukça güçlü bir karakter. Her ne kadar aralarında tatlı bir dostluk hikâyesi olsa da bu dostluğu besleyen ve tetikleyen etken Alexandria’nın sınırları olmayan hayal gücü. Hayal gücü de o “güçlü duruş”un olmazsa olmaz bir parçası.
Hayat Var (2008) – Elit İşcan
Anne babası ayrılmış, balıkçı babası ve yatalak dedesiyle küçük bir kulübede yaşamaya çalışan ergenlik çağında bir kızın hikâyesini anlatan bu Reha Erdem filmi, göz ardı edilen konuların çekincesiz ve hatta cesur bir bakış açısıyla ele alınmasıyla yıllarca konuşulmuştu. Çevresindeki yetişkinler tarafından bilinçli veya bilinçsizce istismar edilen kendi içinde oldukça güçlü bir direniş barındıran tepkisizliğiyle üzerindeki çevresel baskıyı ve toplumsal kuralları yerle bir etmeyi başaran bir karakter çatışması sunan film, o “güçlü duruşu” tüm hücrelerimizde hissetmemize olanak tanıyor. İçinde bulunduğu sıkışmışlıkta bile kendi hayatıyla ilgili yargıyı sadece kendisinin verdiği bir profil çizen Hayat karakteri, kafa tutan tavrı ve çıkışsızlığa karşı açtığı savaşla da listedeki yerini alıyor.
A Brand New Life (2009) – Sae-ron Kim
Quine Lecomte’nin ilk uzun metraj filmi olan ve kendi hayat hikâyesinden de izler taşıyan A Brand New Life, 9 yaşındaki bir çocuğun daha ne olduğunu anlamadan büyümek zorunda kalışını tavizleri olmayan bir dil ve duyarlılıkla aktarıyor. Babasına hayranlık duyan bir kız çocuğunun, hayran olduğu adam tarafından bir anda yetimhaneye terk edilmesinden doğan dönüşüm, yıllar sonra yaşadığı ilişkilerde güven problemiyle karşı karşıya getiriyor onu. Jinhee, terk edildiği yetimhanede içinde bulunduğu duruma defalarca baş kaldıran ve her seferinde umudunu yitirmeden, yeniden inanmayı başararak, hayata tekrar tekrar tutunabilmiş bir karakter. Bu bağlamda yaşadığı her hayal kırıklığı ise onu yıkmadıkça, daha güçlü biri yapıyor.
Submarine (2010) – Yasmin Paige
Her gün yataktan kalkıp, günlük rutinlerimizin esiri olduğumuz sıradan hayatlarımıza renkli bir yorum getiren Richard Ayaode imzalı Submarine aslında ergenlik dönemindeki Oliver’ın anlam arayışı yolculuğu diyebiliriz. Jordana ise bu yolculuğun en renkli, en başına buyruk karakter. Kendinden bahsetmekten hiç hoşlanmayan, nasıl biri olduğunu asla bilemeyeceğimiz, çıkmazlarını ancak onun istediği ölçüde görebileceğimiz bir karakterle karşı karşıyayız. Popüler olmayan, hatta sessiz sakin biri gibi görünse de şeytanı bol bir karakter diyebiliriz kendisi için. Sevgilisi tarafından aldatıldığı için mi bilinmez Oliver’la oldukça hırslı ve şımarık bir iletişim kurmaya başlar. Bu iletişim, sırf o olsun istediği için ve onun yönlendirmeleriyle sarkastik, zaman zaman tehlikeli olabilen ve eğlenceli bir birlikteliğe dönüşür. Bir nevi kukla – hayalbaz ilişkisi sunan bu hikâyedeki güçlü duruşu sezmemek imkansız.
Tomboy (2011) – Zoe Heran
Kimlik ve aidiyet sorunlarını mesele edinen Tomboy, kim olduğuyla ilgili kafası karışık bir çocuk karakterin hikâyesini anlatıyor. Laure’nin bir erkek gibi giyinip çevresindekilere kendisini Mikhael olarak tanıtması, hatta hormonal bir inkâr ile bir kızdan hoşlanacak kadar ‘ileri gitmesi’ ve yaşadığı bu karmaşayı kendisi bile henüz anlamamışken ebeveynleri için normalleştirebilmesi dikkate değer. Hayal gücünün sınırlarında dolaşan, farkındalığı yüksek bir çocuk olmasının yanı sıra toplumun dayattığı kimliklere ve rollere de kafa tutan kuir bir karakterle karşı karşıyayız.
Moonrise Kingdom (2012) – Kara Hayward
Böyle bir listede çok sevdiğimiz bu Wes Anderson filmini anmazsak olmaz. Sorunlu bir ailenin akıllı, meraklı ve gözlem gücü oldukça yüksek olan kızı Suzy ile açılan büyülü dünyasında film, daha en başından bize olacakları hissettiriyor aslında. Dürbünüyle izlediği dış dünyadan kendi çevresinde dışlanan bir karakter olduğunu gözlemleyebildiğimiz, ‘loser’ bir çocuk olan Sam ile yolları kesişen Suzy, ‘plansız’ bir plan yaparak kendilerini bu dış dünyadan ve kalp kıran mutsuzluklarından soyutlayabildikleri bir yere kaçarlar. Tabii kısa bir süre için kaçabildikleri bu yer, onların ilk kez öpüştükleri, cinselliği birlikte keşfettikleri, hayatlarını sorguladıkları ve onları sevmeyen insanlara ve mevcut durumlarına baş kaldırdıkları muazzam bir evrene dönüşür. Sam’e kıyasla daha ‘yerleşik’ bir baş edememe hâlinde olan Suzy, yönlendirmeleri ve daha ağır basan karakteriyle o güçlü duruşun parlak bir yıldızı.