Yazar Puanı
Puan - 70%
70%
Yönetmenin ve izleyicinin bir film üzerinden ulaşmaya çalıştıkları “gerçek”, ancak benliğimize dürüstçe yaklaşmamızla elde edilebilir bir yapıya bürünüyor. Evdeydim, Ama, en başından itibaren hisler üzerinden iletişim kuran bir film olarak izleyiciden çok şey talep etse de ancak bu şekilde hedefine ulaşabiliyor.
Berlin Film Festivali’nden En İyi Yönetmen Ödülü’yle dönen Evdeydim, Ama filminin büyük bir sürprize imza attığını söyleyebiliriz. Festivalde izleyenleri ikiye bölen ve yönetmen Angela Schanelec’in deneysel tarzından fazlasıyla nasibini alan yapım, ilk bakışta sınırları zorlayan ve izlemesi sabır isteyen bir anlatı tekniğine sahip. Fakat zaman geçtikçe ve üzerine düşündükçe yönetmenin yarattığı imgeler ve onlara yüklediği yoğun anlamların etkisi ortaya çıkıyor, ki bir açıdan film ödüllendirici bir deneyime dönüşüyor.
Evdeydim, Ama: Aile Kavramına Ezber Bozan Bir Bakış
Sinemayla tanışmadan önce profesyonel bir tiyatro oyuncusu olan ve bir üniversitede “Sinemada Anlatı” üzerine sanat okulunda dersler veren Schanelec, anlatıyı sık sık kırılmaya uğratan atlamalı kurgu kullanımını ve plan sekansları tercih ediyor. Son filminde de her ne kadar çizgisel bir anlatı var gibi görünse de aslında sözlerden ziyade, görüntüler birbirleriyle iletişim kuruyorlar. Düşünme edimini uzun bir plan sekans dışında izleyiciye bırakan film; kısaca, bir hafta ortadan kaybolduktan sonra evine dönen 13 yaşındaki Philippe ile ailesinin ilişkilerini muğlak bir şekilde ele alıyor. Zira bu muğlaklık, babanın ölümünden sonra anne ve çocukları arasındaki iletişimsizliğin güçlü bir simgesine dönüşüyor. İlk bakışta Philippe ön plandayken annesi Astrid zaman ilerledikçe merkeze yerleşiyor ve onun çevresiyle olan ilişkisi önem arz ediyor. Filmlerinde genelde etkileyici kadın protagonistler yaratan Schanelec; bu kez de Astrid ile, düşünce akışı içinde sık sık kaybolan, eşinin kaybından sonra oğlunun ergenlik dönemiyle baş etmeye çalışan komplike bir karakter ortaya koymayı başarıyor.
Her alanda etrafını çevreleyen erkeklerle mücadele eden, kendisini ifade etmeye çalışan Astrid’in çabası, tabiri caizse hüsranla sonuçlanıyor. Bisiklet satın aldığı adamın onu dinlemeyip ancak bir cihazla konuşabilmesi gibi küçük hikâyeler, toplum içerisindeki iletişimsizliği vurguluyor. Tam ortasında yer alan plan sekans ile anlatısını ve hatta izleyiciyle olan ilişkisini sorgulayan filmin, aynı zamanda “self refleksif” bir yapıya sahip olduğu görülebiliyor. Bir filmin gerçeği olduğu gibi yansıtmasının imkânsız olduğunu ifade eden bu sekans aracılığıyla, yeniden toparlanmaya çalışan ve en sonunda geleneksel kalıplarla mutlu olan bir aile hikâyesi izlemeyeceğimiz salık veriliyor. Çocukların Hamlet’ten pasajlar oynayıp olgun davranışlarda bulunduğu, yetişkinlerin ise kendilerine bile yardım edemediği yarı-gerçek dünya simülasyonunda “aile” kavramının yeniden tanımlanması gerekliliğini açığa çıkaran bir egzersiz sunuluyor.
Açılışta ve kapanışta karşımıza çıkan masalsı sahne, ihtiyaçları doğrultusunda içgüdüsel hareket eden hayvanlar ile her eylemi üzerinden benliğini sorgulayan ve varoluş krizleri geçiren insanlar arasına kalın bir sınır çiziyor. İnsanlar olarak çevremize ancak anlık reaksiyonlar verebilecek kadar güçlü olabileceğimizi gösteriyor. Kameranın sürekli belirli mesafeden takip ettiği, alan derinliği ile tiyatroyu andıran mizansenlere yerleştirilen ve masif yapılar tarafından kuşatılan bireyler, yüce anlamları dışarıda aradıkça aslında kendilerini yeniden keşfetmekten ve anlamaktan uzaklaşıyorlar. Sonuç olarak yönetmenin ve izleyicinin bir film üzerinden ulaşmaya çalıştıkları “gerçek”, ancak benliğimize dürüstçe yaklaşmamızla elde edilebilir bir yapıya bürünüyor. Evdeydim, Ama, en başından itibaren hisler üzerinden iletişim kuran bir film olarak izleyiciden çok şey talep etse de ancak bu şekilde hedefine ulaşabiliyor.