Patricia Highsmith’in 1955 yılında yazdığı The Talented Mr. Ripley romanının anti kahramanı Tom Ripley’i tanımlamak kolay değil: Kültürlü, iletişim becerileri yüksek, zeki, çekici, tutkulu, hızlı düşünen bir genç; diğer taraftan sinik, hassas, ketum, bencil, yalnız ve mutsuz bir seri katil. Yazıldığından itibaren bu karmaşık karakter sinema için de ilgi çekici bir malzemeye dönüşmüş durumda. Ripley serisi farklı yönetmenler ve oyuncularla defalarca sinemaya uyarlandı, hatta Steven Zaillian’ın yazıp yöneteceği yeni bir dizi uyarlaması da hazırlık aşamasında. Bu uyarlamalardan en dikkat çekici olanı ise Ripley’in karanlık özünü benimseyen ve bunu modern bir uyarlama ile beyazperdeye taşıyan Anthony Minghella’nın yönettiği 1999 yapımı Yetenekli Bay Ripley – The Talented Mr. Ripley.
The Talented Mr. Ripley: Var Olma Çabası
1950’lerin New York’unda arada küçük dolandırıcılıklar yaparak var olmaya çabalayan Tom Ripley, bir partide ödünç aldığı Princeton üniversitesi ceketiyle piyano çalarken zengin bir iş adamı olan Herbert Greenleaf ile tanışır. Herbert, Tom’u İtalya’da yaşayan ve ülkeye dönmeye niyeti olmayan oğlu Dickie’nin arkadaşı sanır. Kendisinden oğlunu dönmeye ikna etmesi için İtalya’ya gitmesini ister. Tüm masrafları da karşılanacaktır. Ne Princeton’da okuyan ne de Dickie ile tanışmış olan Tom yine de teklifi kabul eder. İtalya’ya vardıktan sonra Dickie ve kız arkadaşı Marge’la arkadaş olan Tom, kendi istediği hayatı yaşayan Dickie’nin hayranlık besler. Bir süre sonra dozu sürekli artan bu arkadaşlıktan Dickie rahatsız olmaya başlar ve ilişkiyi kesmek ister. Ancak Tom onu öldürerek Dickie’nin kimliğine ve yaşamına sahip olacaktır.
Kötülük ve Yansıma
Her ne kadar okuyucu ya da izleyici açısından suçluların hikâyesi daha ilgi çekici olsa da klasik polisiye anlatıları dedektiflerin suçları aydınlatmasını merkeze alır. Oysa Highsmith, Ripley serisinde bunun tam tersini yapıyor: Bizi katilin peşine takarak cinayetleri işleme motivasyonuna, kötülüğün cazibesine ortak ediyor. Highsmith’in insanlar ve olaylardaki kötülüğü görme ve onu somutlaştırma yeteneği, kötülüğün hep orada bir yerde durduğu, gerekli koşullar sağlanırsa bir tetiklenme anında ortaya çıkacağı gibi kötümser düşünce dinamiğinden beslenir. Tom Ripley ise bu skalanın en ucunda, ayrıksı bir yerde duruyor.
Dışarıdan bakıldığında zavallı bir görünüm çizen, yetenekleri boşa harcanmış birini izliyor, bu sebeple tüm seri ve film boyunca sıklıkla Tom’a sempati duyuyor, onun içinde bulunduğu durumdan kurtulmasını istiyor, ondan yana taraf tutuyoruz. Minghella, filmde Tom’u tanımlarken bu arazları iyice belirginleştiriyor. Onu, kırılganlığının farkında, günümüz çağına daha uygun bir anti kahramana dönüştürüyor. Yazarın elinde, kişisel bunalımları olsa da hesapçı, statü atlamak isteyen ancak iç dünyası kapalı bir fırsatçıyken, film, Ripley’in karmaşık ve ikircikli duygu dünyasını ortaya döküp izleyici ile kurduğu empatiyi artırıyor. Yine de her iki Ripley’in de özü aynı: Cinayet işlemek gibi bir derdi olmasa da zorunda kalırsa tereddüt etmeden bunu yapabilecek, önceliği kendini ve yarattığı dünyayı korumak olan, öngörülemez bir katil. Tom, çoğu zaman farkında olmasa da dürtülerin peşinden pervasızca gitmekten çekinmeyen biri. İtalya’ya geldiğinde pasaport kontrolünde tanıştığı Meredith’e isminin Dickie olduğunu söylüyor. Dickie ve Marge’ı dürbünle uzaktan izlerken Dickie’ye bakarak “bu benim yüzüm” diyor, gizlice onun giysilerini giyiyor. Gerçeği sevmiyor, örtüyor; kendi gerçekliğini yansıtmaktan çekinmiyor.
Ripley’in cinayet işlemesinin özünde içinde bulunduğu kimliğin kendisine yetmemesi, bunun yarattığı karışıklığa karşılık zihnindeki çözüm odaklı savunma mekanizmasının baskınlığı yatıyor. Dickie’nin yanında seyahatler etmekten, zaman geçirmekten hoşlanırken baskıladığı duygular, işlerin tersine dönmesi ile bu savunma mekanizmalarını tekrar devreye sokuyor. Bir sahnede Dickie’nin adına bir suçu üstlenebileceğini bile söylüyor. Bu yasadışı bağ arama arzusu aslında Tom’un zihninde ilişkileri için sürekli aradığı ancak bulamadığı bir sigorta. Daha sonra ise arkadaş olarak ortak olduğu bu sosyal statü ve iltimaslardan dışlanmak değil, tamamına sahip olmak istediğinin farkına varıyor. Dickie’yi öldürerek onun kimliğine, yaşamına sahip olduğu gibi asla elde edemeyeceği bir sosyal statü de kazanmış oluyor. “Her zaman sahte biri olmanın gerçek bir hiç kimse olmaktan daha iyi olacağını düşündüm (*)” diyor. Avrupa’yı sevmesinin temelinde de yatan ana sebep de bu. Geçmişinin kalıntılarının olmadığı bu yerde kendisini sıfırdan dizayn ediyor; yeni biri olmak istiyor, bunun için yapamayacağı bir şey yok.
Highsmith, Dickie’yi tanımlarken onun kusurlarından bahsetmeden yaşadığı hayatın ve bedenin güzelliğine bir övgüde bulunur. Marge, Tom’a Dickie’nin bir güneş gibi olduğunu, kutsadığı herkesi ısıttığını ancak başka bir yere gittiğinde ise havanın soğuduğunu söyler. Minghella ise senaryoya yaptığı eklemeler ile Dickie’nin zaaflarını, bencilliklerini de ortaya dökerek onu hâlen çekici, karizmatik ancak kusurları olan birine dönüştürmüş oluyor. Bu dönüşüm filme iki açıdan katkı sağlıyor: Birincisi Tom ile Dickie’nin teknede yaşadıkları ve cinayetle sonuçlanan gerilim hem gerçekçi bir zemine oturuyor hem de bu cinayetin tetiklediği olaylar zinciri ve Tom’un finaldeki düşüşü anlamlı hâle geliyor. Diğer taraftan romanda gizlenen cinsel kimlik bunalımı da açığa çıkıyor.
Cinsel Kimlik Bunalımı
İlk romanı Strangers on a Train’den beri Patricia Highsmith’in romanlarında erkekler arasında hissedilen ama adı konulmayan homoerotik ilişkiler, Ripley serisinde de kendisini hissettirir. (**) Minghella ise bu cinsel gerilimi filmin merkezlerinden birine yerleştirerek, Tom’un Dickie’nin cinsel cazibesine kapıldığının altını çizer. Bu durumu, Dickie’nin küvette çıplak, Tom’un ise yanı başında kıyafetleriyle satranç oynamaları ya da cinayet sonrasında Tom’un Dickie’nin kanlı bedenini kucaklaması gibi akılda kalıcı sahneler ile de pekiştirir. Bununla kalmayıp kitapta çok az yer bulan Peter karakterini genişletilerek filmin sonlarında Tom’un üstü kapalı partnerine dönüştürür. Ancak Tom zorda kaldığı ilk anda bir kez daha cinsel kimliğini değil statüsünü önceliklendirecektir. Burada bir parantez açalım: Kuir kimliği patolojiye dönüştürme meraklısı bir dünyada yaşadığımız gerçeğinden hareketle, Tom’un bastırılmış cinselliği ile işlediği cinayetler arasında, akla gelecek ilk bağlantıyı kurmak doğru bir tüme varım değildir. Tom’un cinayet işleme sebebi cinsel kimliği, arzularına ulaşamaması, kıskançlığı ya da hakarete uğraması değil, elde ettiği yeni kimliği devam ettirme çabasıdır. Olayları anlamaya çalışan arkadaşları Freddie’yi tereddüt etmeden öldürmesi de bunu destekler.
Tom’un satranç sahnesinde küvete girmek istemesi dışında cinsel kimliğini ustalıkla gizlemesinin, arzularına ket vurmasının tek sebebi toplumsal baskılar değil. Eşcinselliğin tabu olduğu dönemde cinsel kimlik bunalımı yaşayan Tom, angaje sürdürdüğü ve sonrasında ele geçirdiği kimlikteki “normalliği” de talep ediyor. Roman serisinde nasıl ki Dickie’yi öldürdüğü anda eski kimliğini yırtıp yenisini sahipleniyorsa, heteroseksüel bir yönelim çabasını da görüyoruz. Highsmith, serinin geri kalanında Tom’u evlendirmiş olsa da erkekler arasındaki cinsel gerilimi de korumaktadır. Minghella ise bu zorlama çabanın işlevsizliğinin altını, filmin sonunda Tom’u yalnız bırakarak çiziyor. Hatta aynı romanın René Clément tarafından 1960 yılındaki ilk uyarlaması Kızgın Güneş – Plein Soleil atmosfer olarak oldukça başarılı bir uyarlama olsa da Ripley’in cinsel bunalımını tamamen yok saydığı ve ahlakçı finaliyle bugünden bakıldığında fazlasıyla sorunlu görünüyor.
Toparlamak gerekirse, Anthony Minghella’nın yazarın ve romanın dünyasını iyi çözümlediğini, hikâyeye getirdiği dokunuşlar ile kitabın kapalı yapısını aralayarak modern bir uyarlamaya imza attığını söyleyebiliriz. Ayrıca plajlar, kafeler, sokaklar, caz kulüpleri ile oldukça canlı ve güçlü bir atmosfer kurmayı da başarıyor. Highsmith romanını Ripley’in başarısıyla tamamlarken, Minghella Tom’un tüm umutlarını yıkarak onu köşeye sıkıştırıyor. Sahte kimliklerle belki yaşamına daha iyi şartlarda devam edeceğini ancak içindeki o “hiç kimse” duygusundan kurtulmayacağını fısıldayarak.
(*) “I always thought it’d be better to be a fake somebody than a real nobody.”
(**) Highsmith, Ripley’in eşcinsel olup olmadığı hakkındaki soruya eşcinsel olmadığını, olsa olsa biseksüel olabileceğini ama mutlaka bir tanım yapmak gerekirse doğrusunun aseksüel olduğunu söylüyor.