Son birkaç ayda, Türkiye sinemasının en iyi yönetmenlerinden biri olan Lütfi Akad ile ilgili birkaç gelişme oldu. Öncelikle geçen Mayıs ayında, İstanbul Modern’de Lütfi Akad üzerine – kısıtlı da olsa – düzenlenmiş bir sergi, filmlerinin retrospektifi ile birlikte açıldı. Geçen ay ise, Martin Scorsese’nin başında olduğu World Cinema Foundation’ın restore ettiği Hudutların Kanunu filminin kurumun ikinci serisi içinde Criterion etiketi ile Mayıs ayında yayınlanacağı açıklandı. Böylece, Metin Erksan’ın Susuz Yazı’ndan sonra kurumun piyasaya sürdüğü ikinci Türk filmi oldu. Tüm bu gelişmeler bana Lütfi Akad’ın sinemasını yeniden ziyaret etmemi telkin ediyordu. Ben de bu dünyaya üçüncü ziyaretimi yaptım. İlk ziyaretim, televizyonda pek de farkında olmadan izleyişimdi Akad’ın filmlerini. İkincisinde daha bilinçli ve genç bir sinefildim. Osmanlı’dan bu yana bir ekoldür, Avrupa üzerinden kendini tanımlamak bu topraklarda. Önce, Haneke’yi, Tarkovski’yi tanıyıp sonra Zeki Demirkubuz’u Nuri Bilge Ceylan’ı izledim. Ancak onların sonrasında, Yılmaz Güney’e Lütfi Akad’a Metin Erksan’a sıra gelebilmişti. Gelin’i bu ikinci ziyaretimde izleyişimi hiç unutmuyorum. 2003 HSBC saldırıları üzerinden pek de uzun bir süre geçmemişti. O anda, Kerem Yılmazer’i filmde görmemin bana verdiği his çok garipti. O filmi ilk kez bilinçli olarak izliyordum ama bu sefer bir şeyler acı verici bir biçimde eksikti.
Akad sinemasına üçüncü ziyaretimi ise yakın bir zaman önce yaptım. Bu yazı, bu ziyaretin ufak bir bölümünü, Gelin filmini kapsayacak. Bu uzun girizgahtan sonra filme geçmeden önce biraz ayrıntı verelim. Film, 1973’te çekilmiştir ve Akad’ın son filmlerinden biridir. Genelde Düğün ve Diyet filmleri ile birlikte bir üçleme teşkil eder. Filmin başrolünde, üç filmde de oynayan Hülya Koçyiğit vardır. Ona Kerem Yılmazer, kısa soluklu kariyeri ile sinemanın en önemli çocuk oyuncularından olan Kahraman Kıral, Aliye Rona, Ali Şen, Kamran Usluer, Nazan Adalı ve Seden Kızıltunç eşlik ediyor.
Hacı İlyas (Şen) ve büyük oğlu Hıdır (Usluer) aileleriyle Yozgat’tan İstanbul’a taşınmıştır. Yozgat’ta esnaflık yapan Hacı İlyas, İstanbul’un kenar mahallelerinin birinde bir bakkal dükkanı açar. Amacı, merkezi bir yerde ikinci dükkanı açmaktır. Film, Hacı İlyas’ın küçük oğlu Veli’nin (Yılmazer), karısı Meryem (Koçyiğit) ve oğlu Osman (Kıral) ile İstanbul’a gelmesiyle başlar. Veli, Yozgat’taki toprağı satmıştır ama bu para yeni dükkan için eksik kalmaktadır. Veli, babası ve ağabeyinin büyük şehirde edindiği hırsa ayak uydurmaya çalışırken, Meryem de büyük gelin (Adalı) ve kaynana (Rona) tarafından hor görülmektedir. Tüm bunların üstüne, Osman sebebi belli olmayan nöbetler geçirmeye başlar. Meryem’in köylüsü olan, İstanbul’a taşınıp fabrikada çalışmaya başlayan çift, çocuğun doktora götürülmesini tembihler. Fakat, bu çift – daha doğrusu kadın – fabrikada çalıştığı için, ailede sevilmemektedir. Meryem ne yapıp edip oğlunu hastaneye götürür. Oğlanın ameliyata ihtiyacı vardır ancak Hacı İlyas, dükkanı açmak için acele etmekte, başka bir masrafa girmek istememektedir.
Film içerisinde pek çok katmanı barındırıyor. Öncelikli tema elbette ki göç teması. Yozgat’tan gelip ticaret ile zengin olmaya çalışan, zeytini sayıyla tartan, elde etmek istediği şeyi elde etmek için gözünü karartan aile, köyün zamansızlığını bir anda terk ederek şehrin hesapçılığını benimsiyor. Bu da giderek para hırsının, kar etme sevdasının gözlerini kör etmesine yol açıyor. Öte yandan, korkunç bir iktidar ilişkileri sarmalı var. Baba – ağabey – kardeş hiyerarşisinin bir de öbür tarafı mevcut: Ana – büyük gelin – küçük gelin. Osman’ın geçirdiği havaleleri, nefes alamama nöbetlerini Meryem’in içinde bulunduğu çaresizlikle karşı karşıya kalınca siz de geçiriyorsunuz. Kadın her hareketi ile eleştiriliyor, hatta avlunun içinin “Yozgat” olduğu kaynanası tarafından ona hatırlatılıyor. Oğlunu doktora götürmeyi bile hakaretler pahasına ancak yapabiliyor.
Bir tarafta da şehirde yaşamanın büyük ikilemi var, özellikle de pozitif bilimlerin reddi olarak. İlginç bir şekilde, son teknoloji kasayı dükkanlarına alan aile, doktorun koyduğu teşhise inanmıyor. Hastalığa karşı, muska ve okuma-üfleme tedavilerini getirirlerken, dükkanlarını “modern” bir semtte, “modern” bir biçimde açmak için çaba sarfediyorlar. Kazandıkları para arttıkça, hedefleri daha da büyüyor ve Osman’ın ameliyatı gittikçe daha da öteleniyor. Osman’ın başına gelenlere “takdir-i ilahi” diyor, ama dükkanının başına gelenler karşısında kine bürünüyorlar. Kapitalist-muhafazakar bir modernleşme Hacı İlyas ve ailesininki, şehrin iktisadi nimetlerinden yararlanarak düzene eklemlenirken, işlerine gelmediği zamanlarda Yozgat’ı yeniden var ediyorlar kendi içlerinde.
Patriyarka Karşısında Ezilen Erkek
Bana kalırsa, film temel olarak göç ekseninde ilerlese de bir bütün olarak patriyarkal iktidar odaklarının nasıl öbeklendiğini ve aile içerisinde nasıl tezahür ettiğini çok güzel gösteriyor. “Kadının görevi ve aile içindeki yerinin” koruyucusu anne, geline olduğu kadar oğluna da telkinde bulunuyor. Çünkü oğlu karısının “görevini ve aile içindeki yerini” ona öğretemediği için zayıf bir erkek oluyor. Aile içindeki kadın hiyerarşisinde en alt yeri işgal etmekten kurtulduğu anda zalime dönüşen büyük gelin, Meryem’i oğlunun hastalığı üzerinden “kendisi gibi erkek gibi erkek” doğuramamakla suçluyor. Veli’nin abisi Hıdır, sırf karısı fabrikada çalıştığı için köylüsü ile görüşmekten vazgeçtiği gibi Veli’ye onlarla görüşmenin ahlaksızca olduğunu telkin ediyor. Elbette ki Veli, Meryem’den daha özgür ama Meryem’e nasıl bir kadın olması gerektiği etraftaki her aktörden sürekli dikte edilirken, Veli de “nasıl erkek olunacağını” etraftaki tüm kadın ve erkeklerden dinlemek durumunda ve buna boyun eğmek zorunda kalıyor. Ta ki filmin finaline kadar… Film, Meryem’in başkaldırısı kadar önemli bir şekilde Veli’nin de başkaldırısı ile sonuçlanıyor. Veli, ona biçilen rolü oynamayı reddediyor. Bu noktada, bir şekilde başkarakterler kapitalist-muhafazakar modernliği reddederek kapitalist üretim ilişkilerinin “kentli ve modern” bir parçası oluyorlar. Bu noktada, bu filmin sözü bitiyor; ancak, Akad buradan sonrası üzerine sözünü “Diyet” filminde söylüyor.
Filmin finalinden bahsetmişken, kapanışı naçizane bir fikrimi belirterek yapmak istiyorum. Naçizane fikrim diyorum ama birazcık da iddialı bir laf edeceğim. Filmin kuruluşu ve son on dakikada aldığı dönüş ve hazırlık süreci ile birlikte, sanıyorum ki Gelin filminin finali, Türkiye Sineması’ndaki en iyi kapanış sahnesidir.
Bütün filmleri ile sinemamıza onca şey katmış bir yönetmen Lütfi Akad. Yılmaz Güney ile yaptığı çalışmalar ile sinemasının son döneminde 80’lerin “politik” filmlerine de yol gösterdiği söylenebilir. Ölümü üzerinden beş yılı aşkın bir süre geçti, son sinema filmini çekeli ise kırk yıldan fazla oldu. Yine de, yaptıkları ile Türkiye Sinemasına damgasını vurduğu ve etkisinin halen daha devam ettiğini söylemek yanlış olmaz.