Michael Haneke’nin yönettiği ilk sinema filmi olma özelliği taşıyan Yedinci Kıta – Der Siebente Kontinent, aynı zamanda Duygusal Buzlanma olarak da bilinen Kent üçlemesinin* ilk filmi. Michael Haneke ve Johanna Teicht tarafından yazılan senaryo, konusunu yaşanmış bir öyküden alıyor. Birlikte büyük bir kararlılıkla hayatlarına son veren bir ailenin hikayesi, şüphesiz farklı ellerde bambaşka şekillerde yorumlanmaya ve farklı ideolojilere hizmet etmeye açık bir hikaye. Ağdalı bir melodrama da meyledebilecek hikaye, Haneke’nin ellerinde tam da üçlemenin adı gibi duygusal buzlanmaya sebebiyet verebilecek şekilde ayrıntılı bir şekilde işlenmiş. İzleyiciyi bu buzlanmaya iten ayrıntılardan ilerleyen kısımlarda bahsedeceğim.
Öncelikle filmin ideolojisini saptamak ve filmi o ideolojinin kıstasları içerisinde özümseyebilmek amacıyla; filmin karakter ve mekan kullanımına, anlatı tarzına, kamera kullanımına ve ikonografisine değinmeliyiz. Filmin ana karakterleri, Anna, Georg ve Eva yani bir aile. Mekan kullanımı açısından ev, okul, araba, ofis, market gibi rutin hayatın dışına çıkmayan mekanlar filmin genel atmosferini yaratmakla birlikte, bu atmosfere hakim denilebilir. Filmin ikonografisine günlük hayatta kullanılan objeler hakim. Anlatı tarzına ve kamera kullanımına gelecek olursak, mainstream izleyicilerinin Haneke filmleriyle ilgili yaşadığı sorun burada başlıyor diyebiliriz. Şuana kadar bahsettiğimiz karakterler, mekanlar ve ikonografi, filmin izleyicilerinin hayatıyla birebir eşleştiği ve tanıdık olduğu halde, Haneke tanınanı tanıdık olmaktan çıkarıyor. Film lineer bir zamanda ilerliyor ve yaygın bir close-up kullanımına sahip. Kullanılan close-up’lar alışılanın aksine karakterlerin yüzlerine değil, kullanılan eşyalara, yenilen yemeğe ve karakterlerin uzuvlarına odaklanarak kullanılmış. Bu seçim, seyirciyi karakterlerle özdeşim kurmaktan uzaklaştırmakla beraber, kullanılan nesnelerin bizzat kendi hayatından oluşu onu filme yaklaştırıyor; böylece Haneke, izleyicisini ne filmin içine girebileceği ne de filmden kopabileceği bir mesafeye konumlandırıyor.
Olağan insanın rutin hayatı, ev, okul, iş gibi mekanlara sıkışıp kalması, bu çarkın içinde eriyip gidiyor oluşu; filmin, günümüzde hakim ideoloji olan kapitalizmin neresinde durduğunu –anti kapitalist- ve bu anti kapitalist ideolojinin nedenlerini açıkça deklare ediyor.
Marx’ın Yabancılaşma Teorisi ve Yedinci Kıta
Film, yukarıda bahsedildiği gibi ilk kez Hegel’in 19. Yüzyılda kullandığı ve modern toplumun bir sonucu olarak görülen yabancılaşma (entfremdung) kavramıyla ilintilidir. Yabancılaşma terimini etraflıca tartışıp tanımlayarak ilk kullanan ise Karl Marx’dır. Ayrıca Marx, yabancılaşmanın bireyselliğin kaybı anlamına geldiğini ve bu tür bir kaybın da aslında birey açısından ve toplum genelinde istenilmeyen bir durum olduğunu ortaya atan ilk kişidir(Kanungo, 1992:414). Karl Marx iki tür yabancılaşma teorisi üretmiştir. Bunlardan ilki, insanın doğaya yabancılaşması ve kendine kültürel-toplumsal ikinci bir doğa yaratması, bu Karl Marx tarafından pozitif yabancılaşma olarak tanımlanır. İkincisi ise insanın kendi doğasına yabancılaşmasıdır. Marx(1970:110)’a göre bu ikinci yabancılaşma türü emeğin işçinin dışında olması, onun özüne ilişkin olmaması ve işçinin kendi emeğini, üretimini yadsıması sonucu işine, emeğine, içinde yaşadığı doğaya, kendi öz doğasına ve diğer insanlara uzaklaşmasına neden olan eylemdir. Daha çok işçi sınıfına odaklanan yabancılaşma, modernitenin yarattığı mekanik aktivitelerin gölgesinde, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin her bir bireyinde görülebilmektedir. Nitekim Der Siebente Kontinent’te burjuva hayatı yaşayan ailenin birbirlerine ve hayata yabancılaşmaları ana nosyondur.
Filmde diyalogtan çok voice-over kullanımı mevcut, Georg’un annesi ve babasıyla mektuplaşan onları hayatlarından haberdar eden Anna, bunu yine olabilecek en yüzeysel şekilde yapıyor. Her şeyin iyi olduğundan bahseden bu umutlu mektuplar ailenin bir yanılsamanın içinde yaşıyor olmasına ya da kendi içlerinde ve de topluma karşı yaşadıkları yabancılaşmayı inkar ederek kendilerini “normalleştirmeye” çalışmasına bağlanabilir. Kapitalist düzenin bir getirisi olarak rekabet, Georg için sürekli yükselmek ve daha fazla para kazanarak daha iyi şartlarda yaşamak anlamına gelmektedir. Mektuplarda bundan gururla bahsedilir, Georg’un kendini kaybedecek derecede çalışması sistemin içinde eritilmiş bireyler için bir övünç kaynağıdır. Ancak patronuyla giriştiği rekabeti kazanmasıyla başlayan süreç, en iyi olduğunu ispat etmeye çalışırken Georg’un kendisine yabancılaşmasıyla sonuçlanır.
Filme kurgusuyla da kendini hissettiren bir mekaniklik hakim denilebilir. Ailenin sabah altıda kalkması, seksi dahi saat altıyla sınırlandırmaları, her sabah aynı şekilde yapılan kahvaltı ve ailenin işe/okula dağılması, yeniden bir araya gelmesi, ertesi sabah aynı ritüelin tekrarlanması, insanların da modern toplumun bir getirisi olarak mekanikleşmesine örnek olarak gösterilebilir. Bu mekanikleşmenin aile dışındaki bireylerde de görülebilmesi –market sahnesinde kasiyerin adeta bir makine gibi ürünleri kasadan geçirmesi- yabancılaşmanın bireysel değil aynı zamanda toplumsal nitelikler taşıdığının da bir kanıtıdır.
Meta Fetişizmi ve Yedinci Kıta
Terfi eden Georg eriştiği yeni imkanlarla arabasını değiştiriyor, çünkü toplumda statü kazanabilmek yalnızca pozisyon değişikliğiyle mümkün olamamaktadır. Marx’ın Kapital’inde bahsettiği meta fetişizmi işte bu noktada gündeme geliyor. Tüketim ürünlerini amacı dışında statü için kullanmak, insan benliğinin nesneler tarafından yönetilmesine yol açmaktadır. Bir yanda yarattığı metaya yabancılaşan işçi sınıfı, diğer yanda yaratılmışı yücelten tüketici bir toplum…Meta fetişizmi filmde evdeki eşyalara fazlaca odaklanılmasıyla da kendini hissettirir. Henüz küçük bir kız olan Eva’nın bile benliğine işlemiş olan meta fetişizmi kendini en ufak bir diyalogta dahi gösterir.
Eva: Bana bir şey alacak mısınız?
Güzel bir şey…
Aynı şekilde, yatmadan önce Eva’nın her gece ışığı açık bırakma isteği hayata karşı yabancılaşmasını yine tüketerek köreltme dürtüsünden ibarettir denilebilir. Işık kapandığında bir başka sığınak olarak oyuncağını görmesi, bireylerin metalara işlevinin dışında yüklediği anlamlarla ilişkilendirilebilir.
Varoluşsal Boşluk
Tekrar edilen en önemli sahnelerden biri olan arabanın yıkanmasını yorumlayacak olursak, ailenin hayattaki yerini temsil ediyor denilebilir. Arabayı yıkayan silindirlerin mekanik bir döngüyü temsil ettiğini düşünürsek, aile karanlık arabanın içinde mekanik seslerle birlikte yani yaşadıkları hayatın içinde sıkışıp kalmış olarak görülmektedir. Bu da bize karakterlerin bir türlü bahsetmediği ya da bir şekilde dışa vurmadığı/vuramadığı iç dünyalarına giriş yapma olanağı sunuyor. Hayatlarından memnun görünen, en azından şikayet etmeyen Georg, Anna ve Eva aslında kapitalizmin dayattığı rutinin içinde sıkışıp kalmıştır. Aynı şekilde Anna, kaza sonrası tepkisizliğine rağmen ilk duygusal boşalmasını yine hapsoldukları arabanın yıkandığı sahnede yani düzenin somutlaşmış halinin içinde yaşıyor. Yolda yaşanan kaza ve ölen insanların görülmesiyle Anna ve Georg hayattaki varoluş amaçlarını sorguluyor. Film izleyici için ilk kez bu noktada kırılıyor.
Filmde karakterlerin psikolojisini belki de en net hissedebildiğimiz sahnelerden biri olan arabanın yıkanışı ve mekanik çarkların içine hapsolmuş artık nefes dahi alamayacak hale gelmiş Anna –araba yıkanırken derin derin nefes alır- ilk duygusal boşalmasını yaşar. Bu sahnenin ardından uzun yol çekimleri görürüz. Yol sahneleri bir geçiş ve değişim sürecini, bir karar aşamasını temsil etmektedir.
Aile, Eva’nın “ölümü düşünmek beni mutlu ediyor.” cümlesine verdiği “beni de.” yanıtından cesaret alarak bir karara varıyor. Bu karar sonrasında filmi iki aşamaya ayırmak mümkündür.
Geleceği Yok Etme
Kapitalizmin yaptırım gücü en yüksek unsurlarından biri olan gelecek, insanların umut edebilme yetisini elinden alıp bir korku hegemonyasına dönüşecek şekilde biçimlendirilmiştir. Gelecek korkusuna kapılan bireyler, daha çok çalışmaya, daha fazla rekabet etmeye, daha fazla kazanmaya ve biriktirmeye yönelirler. Her zaman ulaşılması gereken bir “daha iyisi” vardır ve bunu yaratan kapitalist düzendir. İnsanları elindekiyle mutlu olamayan ve daha fazlasını isteyen bireylere dönüştürür. Bu hususta, daha iyisine ulaşabilmek için mevcut pozisyonu korumak da önemlidir. Rutin, özünde bireylere bir gelecek vaad etmektedir. Rutini kırmak, bugünü değiştireceği gibi gelecekte de belirsizliğe yol açacaktır. Der Siebente Kontinent 3. Bölümünde kendine yabancılaşan ailenin kaybedecek bir şeyi olmadığını görmesiyle beraber bugünün değiştirilmesi, dolayısıyla geleceğin yok edilmesiyle başlar. İlk olarak gazete aboneliğinin iptal edilmesi aslında geleceğe dair bağların koparılacağının en önemli ipucudur. Sonrasında büyük uğraşlar sonucu eriştiği pozisyonundan istifa eden Georg, ailesine yazdığı mektupta geleceklerini yok ettiklerini net bir şekilde anlatır. Eva okula gönderilmez ve geleceğin güvencesi olan birikim bankadan çekilir. İyi bir iş, iyi bir okul, araba ve birikim iyi bir geleceğin temel unsurlarıyken Georg ve Anna bunlardan kendi istekleriyle vazgeçer. Bu sisteme karşı başlatılan savaşın en önemli adımıdır. Ailenin içinde bulunduğu hapsolmuşluktan kurtulma isteği alegorik bir anlatım kullanılarak film boyunca Avustralya kıtasıyla somutlaştırılmıştır.
Bugünde Varolma
Aile geleceğini yok etme kararı aldığında, ellerinde sadece bugün ve geçmişleri kalıyor. Bugüne sahip olan ve bugünü yaşaması gereken insan, sürekli ertelemenin varolmadığı bir dünyada ne yapacağını bilemez hale gelebilmektedir. Nitekim, Anna ve Georg’un bugünü yaşamak adına giriştikleri ilk eylem yine tüketmek olarak karşımıza çıkıyor. Yaptıkları abartılı alışveriş ya da kahvaltıda şampanya içmek onlar için bir başkaldırı olsa da tüketim kültürüne tüketerek karşı çıkmaları sisteme sistemin oyuncağı olarak karşı çıkmaktan başka bir şey değildir.
Geçmişi Yok Etme
Geçmiş ve gelecek, bugünün aksine bireyi meydana getiren en önemli iki unsurdur. Geçmişi ve geleceği yok edildiğinde geriye kalan insan çıplak kalacaktır. Topluma, ülkesine, ailesine karşı iyi ve yararlı olması dayatılan birey, oluşturulan geçmiş ve gelecek betimlemeleriyle yaratılır ve bu dayatma sonucu oluşan yaratı topluma, ülkesine, ailesine karşı yararlı olmaya çabalarken bu çarkın içinde kendisini unutacak ve yabancılaşacaktır. Bu düşünce, Feuerbach’ın tanrının, insanların karakterlerini yabancılaştırdığı düşüncesini tartıştığı Hıristiyanlığın Özü (1841)’ne dayanır. Daha sonra Stirner, The Ego and It’s Own adlı eserinde “insanlığın” birey için bir yabancılaşma ideali olduğunu açıklayarak bu düşünceyi ileri götürmüştür.
Filmin sonlarına doğru gerçekleşen geçmişi yok etme, filmin en şiddetli ancak yine düzenin dayatmaları sonucu yıllarca bireylerin benliğine işleyen bir mekaniklikle gerçekleşen sahnesidir. Geçmişi yok etmenin özüne inilirse, içinde meta fetişizmini kırmanın da varolduğu görülür. Bireylerin geçmişi eşyalardan ibarettir. Eşyalara yüklenen anlam ”geçmiş” olarak tanımlanır. Anna, Georg ve Eva birlikte hiçbir eşyada bir kez olsun duraksamaksızın geçmişlerini yok etmektedirler. Filmin bu sahnesinde Haneke, eşyaların yüklenen anlamlardan soyutlandığında ne denli çaresiz kaldıklarını ve aslında sahip olduğumuz metanın sahibimiz olmadığını, bireylerin iç dünyasına girmeden nesneler üzerinden tüm gerçekliğiyle işlemiştir.
Geçmişi yok etme ritüelinde tepki verilen tek yıkım akvaryum üzerinedir. Film boyunca akvaryumun ve balıkların üzerinde çekimlerle durulmuş ve diyaloglarla desteklenmiştir. Tıpkı arabanın yıkanmasındaki gibi, bireylerin iç dünyasına girebileceğimiz bir imgeleme de burada karşımıza çıkmaktadır. Akvaryum sınırları olan dar bir alan olmasıyla ve balıkları hapsetmesiyle ailenin içinde bulunduğu duruma yapılan bir atıftır. Yani sistemi ve sistemin yarattığı mekanizmaya sıkışmışlığı temsil etmektedir. Georg, balıklar (kendileri) için akvaryumu ( dayatılan sistemi) parçaladığında balıklar yaşamlarına devam edememektedir. Eva’nın bir çocuk olmasına rağmen film boyunca yaşadığı duygusuzluk bu sahnede sonlanmaktadır. Balıkların ölümüne verdiği tepki kendi yaşamına ve çaresizliğine verdiği tepkidir. Balıklar can çekiştikçe Eva’nın sakinleşmesi daha önceden verdiğini söylediği kararın doğrulanması ve ölümü kabullenmesiyle bağdaştırılabilir.
Avustralya’ya Yolculuk ya da Ölüm
Son sahnede, Georg ve Anna’nın büyük bir kararlılıkla gerçekleştirdikleri planın son adımında, hayalini kurdukları Avustralya (ütopya)’ya yol alışları işlenmektedir. Toplumda genel bir sendrom olarak karşımıza çıkan “nerede değilsek orada mutlu olacakmışız hissi” bir yanılsamadan ibarettir. Bireyi kendi içine hapseden ve hapsolmuş benliğine yabancılaştıran kapitalist düzenin “modern” toplumu gittiği her yere mutsuzluğunu da taşıyacaktır. Avustralya, aile için bir kaçışı/mutluluğu temsil ettiği gibi filmin alt metninde Avustralya ölüm olarak tanımlanır.
Film boyunca “duygusal buzlanma” yaşayan seyircinin buzlarının çözülmesine imkan tanımayan bir ölüm sahnesiyle filmi bitiren Haneke, bireyin ölürken bile gerçekleştirdiği son eylemin televizyon izlemek olduğuna dikkat çekmiştir çünkü birey kendisiyle baş başa kalmaya alışkın değildir ve ölürken bile kendisinden kaçmaktadır.
Haneke’nin İzleyicisine Eleştirisi
Michael Haneke, filmde intihar eden ebeveynlerin çocuklarının da hayatına son verebilme cesaretinden çok balıkların ölümü ve klozete atılan paraların dikkat çektiğini ve bunu anlayamadığını söylemiştir. Burada Haneke izleyicisine bir tuzak kurmuştur. Film, izleyicinin “neden klozete atılan parayı ölen bir çocuktan daha çok önemsedim?” sorusunu kendisine sorabilmesi ve kapitalist düzenin para vurgusuna kapıldığını hissedebilmesi için bizzat Haneke tarafından bu şekilde düzenlenmiştir. Görüldüğü gibi uzun bir planla paraların klozete atılışına yapılan vurgu, Eva’nın ölümüne yapılmamıştır. Haneke izleyicisinin algısını paraya çekmiş ve Eva’dan soyutlamıştır.
Oldukça minimalist bir anlatı tarzına sahipmiş gibi görünen Der Siebente Kontinent içerisinde yoğun imgelemeler barındıran sağlam bir düzen eleştirisi ve modern toplum öngörüsüdür. Yaşattığı duygusal buzlanma, film sonrasında yerini sorgulamaya bırakmaktadır. Denilebilir ki, kendi yaşam standartlarının farkına varamayan ve bir bilinç geliştiremeyen ya da filmleri hayatın zorluklarından kurtulabilmek üzere izleyen, kendine bir kaçış yolu yaratmış izleyici için Der Siebente Kontinent, kapana kısılmayı vadediyor. Haneke’nin de dediği gibi:
“Huzursuz seyirler dilerim.”