“Türk” yönetmen, “Türkiyeli” yönetmen, “Alman” yönetmen derken kendine has sinemasıyla bütün kalıplardan sıyrılan ve kendi kimliğini kendisi yaratan Fatih Akın’ın “aslında nereli olduğuna” değil “nereli olmadığına” değineceğiz bu yazıda. Tolga Karaçelik‘in Sundance’de Büyük Jüri Ödülü’nü kucaklamasının ardından başarıyı ikircikli bir biçimde sahipleniyor olduğumuzu yeniden gördük. Fatih Akın da benzer biçimde Türkiye’de bazen içimizde, bazen dışımızda görülen bir isim. Dünya çapında ses getiren bir yönetmenin kimliği üzerinden gururlanırken bir sonraki projesinin konusu üzerinden neredeyse linç edebilmek bahsettiğim bu ikircikli sahiplenmenin temelini oluşturuyor. Bunların yanı sıra elbette herhangi bir yerde de karşılaşılabilen “yabancı olma” konusuna da değinmek gerekiyor.
Fatih Akın’ın Duvara Karşı’dan Paramparça’ya Solino’dan Yaşamın Kıyısında’ya kadar filmlerinde hep bir dualite, hep iç içe geçmiş kültürler ve dışarıda kalma hissiyatı bulunur. Bu durumların tamamen otobiyografik ögelerden beslendiğini ve yönetmenin iç dünyasının bir yansımasını sunduğunu söylemek çok zor değil. Almanya’da doğup büyüyen Fatih Akın, gerek teninin esmerliği gerekse isminin yabancılığıyla ne yaparsa yapsın, o komünitede benimsense de farklı görünen olarak kalacak. En gelişkin, en özgür toplumlarda dahi farklı görülenin belirgin ya da alttan alta bir baskıyla karşılaşabildiğini söylemek mümkün. Fatih Akın Almanya’da ne kadar yabancıysa Türkiye’de de o kadar yabancı olarak, bir kimliğe salt ait olmanın basit rahatlığını süremeyen bir isim. Bu yüzden hikâyeleri, karakterleri hep biraz dışarıda, hep biraz marjinal ve hep ikiliklerin içinden doğuyor. İşlevsel olma zorunluluğu barındırmamakla birlikte adeta bir köprü olmak, içinde iki farklı kültürü büyütebilmek ve en nihayetinde bambaşka bir yapıya büründürebilmek sanatın biricikliğini Fatih Akın’ın filmografisinde gözler önüne seriyor.
Fatih Akın Filmleri ve Arada Kalmak
Berlin Uluslararası Film Festivali’nde Altın Ayı ile ödüllendirilen Duvara Karşı, Fatih Akın’ın sık sık beslendiği ve üzerine düşündüğü kültürel ikiliğin en başarılı örneklerinden birini sunuyor. Almanya’da yaşayan ve intihar girişiminde bulunmuş iki Türk’ün aynı hastanede birbirine denk gelmesi üzerinden gelişen olaylarda karakterlerin arada kalmışlığı ve hem Almanya’da hem de Türkiye’de yabancı olarak görülmeleri üzerinden okunabilir. Cahit ve Sibel’in aşkını anlatan Duvara Karşı, bu aşkın orta yerine ait olamama problemini yerleştiriyor. 2007’de Fatih Akın’a Cannes Film Festivali’nde En İyi Senaryo Ödülü’nü kazandıran Yaşamın Kıyısında, Ali, Ayten, Lotte, Susanne, Yeter ve Nejat olmak üzere altı karakter üzerinden birbirine değen ya da iç içe geçen yaşamlara değinir. Üç bölümden oluşan film hikâyesini mekânsal olarak da Türkiye – Almanya ekseninde anlatır. Almanya’da seks işçiliği yapan ve Türklerin tacizleri nedeniyle bunalan Yeter, ona aşık Ali, Ali’nin profesör oğlu Nejat, sol bir örgüte üye olan Ayten’in üzerindeki silahtan kurtulması gerektiğinden başına gelen olaylar, Ayten’e yardım eden Lotte, Lotte’nin annesi Susanne ve hepsinin bir şekilde birbirine bağlanmasını sağlayan olay örgüsüyle Yaşamın Kıyısında, yine her şeyin ve hatta yaşamın dahi dışında/kıyısında kalan karakterlerle sert ama şiirsel bir yolculuğa çıkarır bizleri. Yolculuk demişken elbette en güzel, en naif yol filmlerinden biri olan Temmuz’da filmine de değinmek gerekir. 2000 yapımı ve janrı romantik komedi olarak tanımlanan Temmuz’da filminde, fizik öğretmeni Daniel’in Juli’den bir yüzük satın alması ve Juli’nin bu yüzüğün ona aşkta şans getireceğini söylemesi üzerine olaylar gelişmeye başlar. Türkiyeli Melek ile tanışan ve ona delicesine aşık olan Daniel, Melek’in peşinden Türkiye’ye gitmeye karar verir. Ancak bu yolculukta kendisine eşlik eden Juli ile hiç yaşamayacağı maceraların içine atılan Daniel, hem yaşamayı hem de aşkı öğrenir. Daniel, okulun sınırlarından çıktığında hayata neredeyse yabancıdır, yolda olmak karakteri büyütür, yola ve insana karşı yabancılığını ve dışarıdalığını kırar. Son dönem işlerinde Kesik ve Elveda Berlin başta olmak üzere farklı sesler ve söylemler arayan Fatih Akın, büyük başarılarla ördüğü kariyerinde yeni denemelerin kendisini sarstığını hissetmiş olacak ki Paramparça ile yine daha tanıdık sulara geri dönüyor.
Fatih Akın filmleri içerisinde belki de en yoğun dramı içeren Paramparça, ismiyle paralel bir biçimde iç parçalayıcı bir anlatı yapısına sahip. Fatih Akın’ın sevdiği bölümlü anlatının devam ettirildiği film, 3 bölümden oluşuyor. Bu üç bölümden ilki olayların serim bölümü olarak karakterleri gerektiği kadar tanıdığımız ve filmin merkezinde yer alan patlamanın gerçekleştiği bölüm. Filmin ilk bölümü hikâyenin uzun süre böyle gidip gitmeyeceğini düşündürecek kadar yoğun dram içeriyor. Eşini ve çocuğunu kaybeden bir kadının yaşadığı büyük çöküntü izleyeni bir hayli etkileyecek kadar yoğun ve gerçekçi. Türkiyeli Nuri Şekerci ile evli olan Katja Şekerci, bir Alman olsa da eşinin maruz kaldığı yabancılaştırma ve öteki olarak tanımlanmayı yakından deneyimler. Ölüm sebebi araştırılırken dahi polis tarafından kocasının kökeniyle ilgili bambaşka konulara odaklanılması, Katja’nın asıl acısını yaşamayı bile engelleyebilecek kadar şok edicidir. Bu bölümden sonra gelen adalet bölümü, mahkeme sahnelerini içermesi bakımından oldukça sürükleyici. Hem avukatların içine girdiği yarış hem de adalet sisteminin nasıl işlediğinin gözler önüne serilmesi, bu bölümün seyir zevkini ve gerilimini yükseltiyor. Filmin mahkeme sahneleri içeren bu ikinci bölümünün diyaloglarının başarılı bir biçimde yazıldığını söylemek mümkün. Filmin son bölümü ise Diane Kruger’ın canlandırdığı karakterin yüzleşmesini içeriyor. Film plot point 2’ye yerleştirdiği bir twistle filmin sonuna yönelik beklentimizi değiştiriyor ve filmin sonu bu sayede daha vurucu bir hal alıyor.
Fatih Akın, Paramparça’da yine yaşadığı topraklara ait ol(a)mayan karakterlerin hikâyesini anlatıyor. Nuri karakterinin hikâyesini birebir deneyimlemektense ölen kocasının hala maruz kaldığı ayrıştırıcı tavrı, bir Alman olarak Katja’nın deneyimlemesi, hikâyenin katmanlarını daha da derinleştiriyor ve Fatih Akın her şeyin biraz dışında kalan karakterlerin kıyıda kalmış hikâyelerini anlatmaya devam ediyor.