Yazar Puanı
puan - 88%
88%
Wes Anderson, nevi şahsına münhasır filmografisine karakteristik bir film daha eklerken, kariyerinin hem en komik hem de en politik filmine imza atıyor.
Amerikan Bağımsız Sinemasının en önemli isimlerinden Wes Anderson’ın bir önceki filmi Büyük Budapeşte Oteli (2014), dünya prömiyerini Berlin Film Festivali’nde yapmış, yolculuğu Oscarlara kadar uzanmıştı. Tam dört yıl sonra, bu kez Isle of Dogs ile Berlin’de yarışan Wes Anderson, nevi şahsına münhasır filmografisine karakteristik bir film daha eklerken, kariyerinin hem en komik hem de en politik filmine imza atıyor.
Filmin konusundan kısaca bahsetmek gerekirse; Japonya’da köpekler evcil veya sokak hayvanı gibi bir ayrım yapılmadan hastalıklı -köpek gribi- oldukları bahanesiyle toplanarak çöplerin döküldüğü bir adaya transfer edilerek ölüme mahkum edilir. Köpeklerin yaşam savaşı, Atari isimli bir çocuğun kendi köpeğini aramak için adaya gelmesiyle hem duygusal hem de aksiyon dolu bir yolculuğa evrilir.
Isle of Dogs: İnsanlık, En Yakın Dostuna Karşı
Toplama kampları denince akla ilk olarak, Nazi Almanyası döneminde kurulan Auschwitz toplama kampı ya da diğer adıyla “ölüm kampı” gelir. Anderson’un hikâyesini, Hitler’in “üstün ırk” projesi olarak da bilinen, Yahudi soykırımının en büyük merkezlerinden biri olan Auscwhitz’in üstüne kurduğunu söyleyemeyiz belki lakin hem toplama kamplarını odağına alması hem de “üstün ırk” düşüncesine gönderme yapması akla ilk olarak Auscwhitz’i getiriyor. Bu noktada filmi hem insanlık tarihi boyunca yapılan soykırımlar üzerinden okuyabilir, hem de film her geçen yıl artan hayvan sömürüsü üzerine okumaya müsait diyebiliriz. Nitekim, üstün ırk kavramını sadece insanlık tarihinde yapılan savaşlar, soykırımlar ve politik açılımlar açısından değil, hayvanlar üzerinde yapılan faşist uygulamalar üzerinden değerlendirmek gerekir. Evrimin bir parçası olarak, insanlığın hayvanlar ve doğa ile ilişkisinde ciddi bir sorun mevcuttur. Her daim bencil olmayı başarabilen insan; hayvanları evcil, yenilebilir veya yabani olarak ayırırken, bu durum ülkeden ülkeye yaşam biçimlerine veya dini inanışlara göre şekillenebilirken, dünyanın birçok yerinde köpeklerin, insanların en yakın dostu görülmesine karşın birtakım Asya ülkelerinde yenilebilir bir “protein deposu” olarak tüketilmesi buna örnek olarak gösterilebilir. Ancak, yine de insanlığın köpeklerle olan yakın ilişkisi sebebiyle daha rahat empati yapabilmesi seyircinin filmle daha yakın bir ilişki kurmasını sağlıyor. Wes Anderson, olabilecek en naif şekilde anlattığı masalda yer yer seyirciyi rahatsız edebilecek sahnelere de yer vermeyi ihmal etmiyor. Örneğin, deniz hayvanlarının doğrandığı bir sahneyi olabilecek en uzun süreye yayarak, “bir de buradan bakın” diyor.
Wes Anderson’ın 2010 yapımı filmi Yaman Tilki (Fantastic Mr. Fox)’den sonra çektiği ilk stop-motion animasyon olan Isle of Dogs, yukarıda bahsettiğim soykırım meselesi sebebiyle kişisel olarak aklıma District 9 (2009)’ı getirdi diyebilirim. Benzer şekilde; filmde farklı olanın, hasta olanın ve/veya istenmeyenin belirli bir alana bırakılarak ölüme terk edilmesi fikri hâkim. Ancak Isle of Dogs, seyirciye sık sık kahkaha attırırken, meseleye farklı şekilde yaklaşıyor -belki de anlaşılabilir olması adına daha etkili bir silah kullanıyor. Özellikle, insanlar ve köpekler arasındaki meseleye kedileri de ekleyerek yaklaşmak, filme leziz bir tat katıyor.
Çoğunlukla İngilizce, yer yer ise Japonca konuşulan -köpeklerin havlamaları İngilizce olarak betimlenmiştir uyarısını hatırlatmakta fayda var- filmde Wes Anderson’ın bazı noktaların anlaşıl(a)maz olması üzerine gittiğini söyleyebilirim. Özellikle simültane çeviri sahneleri, Wes Anderson sineması için dâhi son derece yenilikçi. Tabii ki bu yenilikçi tavrın yanı sıra, en başta da belirttiğim üzere son derece karakteristik bir Wes Anderson filmi Isle of Dogs; film hakkında hiçbir bilgiye sahip olmayan bir seyirci dâhi ikinci dakikasında “bu bir Wes Anderson filmi” diyebilir. Nitekim, her filminde olduğu gibi bu filminde de simetriye önem veren Wes Anderson, görsel açıdan kusursuz bir deneyim sunuyor. Bazı sahnelerde, ekranda öylesine fazla detay yer alıyor ki, bir yerden sonra her birini takip etmek neredeyse imkansızlaşıyor.
Yazıyı sonlandırmadan bir parantez de seslendirme kadrosu için açmak gerekiyor sanırım. Bryan Cranston, Edward Norton, Bob Balaban, Jeff Goldblum, Kunicki Nomura, Akira Takayama, Greta Gerwig, Frances McDormand, Scarlett Johansson, Harvey Keitel, F. Murray Abraham, Yoko Ono, Tilda Swinton ve Bill Murray gibi tecrübeli isimlerin yer aldığı seslendirme kadrosunun büyüleyici performansı, filmin inandırıcılığını artıran önemli faktörlerden. Lafı çok da uzatmadan, hem hayvanseverlerin hem de Wes Anderson hayranlarının bayılacağı bir film Isle of Dogs. Saatlerce sürse, bir saniye dâhi sıkılmadan izlenebilecek modern bir başyapıt.