Stanley Kubrick, ölümünün 20. yılında 13 filmiyle İstanbul Film Festivali’nde anılıyor. Bu vesileyle Kubrick’in mesai arkadaşı prodüktör Jan Harlan’la bir süre evvel Berlin’de yaptığımız söyleşiyi gün yüzüne çıkarmanın vaktidir diye düşündük.
Jan Harlan, sinema tarihinin gördüğü en büyük yönetmenlerden birinin, hatta bu satırların yazarı da dahil olmak üzere birçoğu için en büyüğünün, Stanley Kubrick’in mesai arkadaşı. Bu büyük sanatçının son dört filminde yapımcı olarak çalışan Harlan, aynı zamanda Kubrick’in hayat arkadaşı Christiane Kubrick’in de kardeşi ve Kubrick’le ilgili yapılan birçok detaylı arşiv çalışmasında da pay sahibi. Barry Lyndon’dan itibaren o ölene dek ünlü yönetmenle birlikte çalışan yapımcı, ayrıca biri Stanley Kubrick (Stanley Kubrick: A Life In Pictures, 2001) diğeri de aktör Malcolm McDowell’la ilgili (O Lucky Malcolm, 2006) olmak üzere iki belgeselin de yönetmeni. Şimdilerde dünyanın dört bir yanındaki sinema okullarında dersler veren Harlan’la Berlin’de jüri üyeliği yaptığı bir kısa film festivali sırasında güzel bir sohbet gerçekleştirdik. Harlan’ı gören herkesin kendisine Kubrick’i sormasından bıkmış olabileceğinden yola çıkarak ona kendisiyle ilgili sorular sorma isteğiyle başladı diyaloğumuz.
Röportaj: Murat Emir Eren
Fotoğraf: Cinemagia
“Kubrick, ölmeden önce Napolyon’u çekmek istiyordu.”
Harlan böyle bir yorgunluğu ya da bezginliği olmadığını söyledi ve ekledi;
“Ben bir sanatçı değilim. Filmciliğe 1969 yılında, Kubrick’in gerçekleşmeyen projesi Napolyon için çalışırken başladım. Ne yazık ki filmi ölene kadar gerçekleştiremedi (Gözleri Tamamen Kapalı’yı bitirdikten sonra yine Napolyon’a dönmeyi düşünüyordu). Fakat 1969 öncesinde organizatörlükle meşguldüm. Kubrick’le tanıştıktan sonra, o benimle çalışmayı sevdi, ben de onunla çalışmayı sevdim. Kariyerim o aşamada şekillendi ve gelişti diyebilirim. Açıkcası ben sadece bir organizatör ve filmlerdeki anlaşmaları yürüten bir insandım”.
Harlan’la buluşmadan evvel – ki ani bir buluşma oldu – aklımda daha önceden British Film Enstitüsü’nün internet sayfasında okuduğum bir makale vardı. Makale, Kubrick’in sevdiği filmler üzerineydi. Nick Wrigley adlı bir yazar tarafından kaleme alınmıştı ve Kubrick’in 1960’larda beyan ettiği 10 favori filminden yola çıkarak, daha sonra bu listeye nelerin girmiş olabileceğinden dem vuruyor, onlarca farklı filmi daha Harlan’ın da yardımıyla ardı ardına sıralıyordu (Listenin başında Federico Fellini’nin l Vitelloni’si var). Ben de buradan yola çıkarak Jan Harlan’a, Kubrick’in, filmlere hazırlık olarak hangi filmleri izlediğini sormaya karar verdim. Bu konuyu açtığımda Harlan’ın cevabı farklıydı;
“Kubrick filmlere hazırlanmak için başka filmleri izlemezdi, daha çok kendi zevki için filmleri izlerdi. Edgar Reitz, Ingmar Bergman, Woody Allen gibi yönetmenlerin filmlerini çıkar çıkmaz izler ve takip ederdi. Ama kendi filmlerinin üretim süreci çok uzundu. Bir yandan sürekli kendisini eleştirir, bir yandan da her daim bu filmleri tamamlayabileceğine dair bir iyimserlik taşırdı. Ama film izlemek onun için sadece film izlemekti bir hazırlık değildi”.
Bu noktada ünlü yönetmenle birlikte çalıştığı filmler üzerine kısa kısa yorumlarını merak ettiğimi söyledim. Zira Kubrick’le ilgili onlarca kitap, belki yüzlerce, binlerce makale yazılmış, hakkında anlatılan set efsaneleriyse dilden dile dolanmıştı. Ama hâlâ yazılmamış, söylenmemiş bir detay Harlan’ın hafızasından çıkabilirdi. Misal 2001’in Kubrick’in evrenle ve bir yaratıcının varolup varolmadığıyla ilgili temel merakından ileri gelen bir proje olduğunu söyleyen Harlan şöyle devam etti;
“Kubrick de hepimiz gibi bu evrenin nasıl oluştuğunu merak ediyordu ve bu konuda bir film çekmek istiyordu. Dindar birisi değildi, ama insanların inançlarına da bilime de saygılıydı. Bu konuda Arthur C. Clark’la birçok konuşma yapmıştı. Hatta aklımdan hiç çıkmayan bir sözü vardır Arthur C. Clarke’ın: İnsanlar denizdeki kum taneleri kadar gezegen, güneş sistemi ve galaksi olduğunu söyler hep. Sorun şu ki denizde bu tanımlamayı karşılayacak kadar kum tanesi yok! Sonsuz sayıda galaksiden bahsediyoruz. Bütün insanlığın bu konudaki fikirlerini toplasan ortada sadece nahif bir fikir kalır. Ve kesinlikle inanıyorum ki evrende yalnız değiliz”.
“Kubrick sadece dönemin atmosferini, bizatihi o dönemin tablolarından yola çıkarak yaratmak istedi.”
Harlan, Kubrick’le ilgili mitleri sade bir biçimde anlatmayı seviyor. Örneğin herkes Kubrick’in Barry Lyndon’da kullandığı lenslerle ilgili hikâyeyi bilir. Usta yönetmen bu filmde, aslen NASA’nın uydu fotoğrafları için tasarlanan, fakat Kubrick’e mum ışığında dahi çekim yapabilme fırsatı sunan F/0.7 lensleri kullanmıştı. Herkesin “Mükemmeliyetçiliği nedeniyle ona özel lens icat edildi” diyerek mitleştirdiği bu meseleyi Harlan basitçe anlatıyor. Ünlü prodüktör, “Günümüzdeki teknolojilerle muhtemelen bu lenslere ihtiyaç duymazdı, çünkü çok daha hızlı lensler artık var, böylece bu hikâye de ortalıkta dolanmazdı” diyor. “Kubrick sadece dönemin atmosferini, bizatihi o dönemin tablolarından yola çıkarak yaratmak istedi” diyen Harlan yönetmenin bunun için de alan derinliği yaratabilecek daha hızlı lenslere ihtiyaç duyduğunu söyledi.
Harlan’ı gördüğümde aklıma gelen ve sona sakladığım bir soru vardı. Stanley Kubrick’i NASA’ya sahte Ay’a seyahat görüntüleri çekmekle itham eden 2012 yapımı belgesel Room 237 ile ne düşünüyordu? Kubrick’in ünlü filmi The Shining’le ilgili teorileri derleyen bu belgesele, Harlan’ın tepkisi sert oldu;
“O film, gerçek bir saçmalık. The Shining, Kubrick’in popüler sinema dahilinde çektiği bir korku filmi. Sadece iyi bir korku filmi. Bir hayalet hikâyesi. Room 237 ise bir saçmalık. Aptalca bir film ve aptalca teoriler içeriyor. Böylesi bir filmi Kubrick hayattayken çekselerdi belki saygı duyardım, çünkü ancak yönetmeninin cevap verebileceği konularda, kendisi öldükten sonra böylesi iddialarda bulunmak çok ucuz bir hareket. O filme belgesel bile dememek lazım. Belgeseller gerçeklerle ilgilidir; o film sadece bir fantezi dünyasından ibaret”
Sohbetin de sonu geldiğinde, laf dönüp dolaşıp İstanbul’a geldi. İstanbul’u ve müzelerini çok sevdiğini söyleyen Harlan, Türkiye sinemasını yakından takip etmediğini, ancak son olarak Semih Kaplanoğlu’nun filmi Bal’ı izleyip çok beğendiğini ifade etti.