Bu hafta İstanbul Film Festivali’nde gösterilen Memory Box filminin yönetmenleri Joana Hadjithomas ve Khalil Joreige, Berlin Film Festivali‘nde ekibimizden Zeynep Pınar Uçar’ın da katıldığı bir basın toplantısında kendilerine yöneltilen soruları yanıtlamıştı.
Memory Box, Maia isimli bir kadının, Noel hediyesi olarak içinde defterler, fotoğraflar ve kasetlerin olduğu bir kutu alıp, bu kutu aracılığıyla geçmişe yolculuk yapmasını anlatıyor. 80’li yıllarda, iç savaş atmosferinin hakimiyeti altındaki Lübnan’da gençliğini yaşamaya çalışmak zorunda kalan Maia, savaş ortamından kaçarak Paris’e taşınan arkadaşı Liza’ya düzenli olarak içerisine ses kayıtları ve fotoğraflar koyduğu mektuplar gönderiyor. Adeta Maia’nın gençliğini sergileyen küçük bir müze niteliğinde olan bu kutu, Liza’nın vefat etmesiyle Fransa’dan Maia’nın şimdiki adresine, yani Kanada’ya ulaşıyor ve Maia’nın kızı Alex’e annesinin hiç bilmediği gençlik hâliyle tanışma fırsatı sunuyor. Film, hikâyesiyle bizlere ömrümüzün aslında en iyi tanıdığımızı düşündüğümüz insanların bile hayatlarının her dönemine şahitlik etmeye yetmediğini bir kez daha hatırlatıyor.
Filmin yönetmenleri Joana Hadjithomas ve Khalil Joreige, filmin yaşanmış olaylara dayanan hikâyesini daha kurmaca bir yöne çevirme konusunda aldıkları bir soruya, filmi kızlarını ve yeni jenerasyonu düşünerek yaptıklarını, bu sebeple bu kişisel hikâyeyi onlara geçirebilmek adına bu adımı attıklarını söyleyerek verdi. Yönetmenler, bu filmin önceki filmlerine kıyaslandığında hangi açılardan farklı olduğunu açıklarken ise “Bu hikayeyi anlatmak zorundaydık. Memory Box’ta önceki filmlerimizden farklı olan şey, bu hikâyeyi anlatmak zorunda olmamızdı. Hikâyeyi pek çok sanatsal yöntemi bir araya getirerek anlatmak istedik.” ifadelerini kullandı.
Hadjithomas ile Joreige, Memory Box filmi için kendileriyle ve anılarıyla yüzleşmeleriyle nasıl başa çıktıklarına dair kendilerine yöneltilen soruya cevap verirken, bunun kendileri için çok tuhaf bir hissiyat olduğunu belirttiler. Joana Hadjithomas sözlerine, kendi anılarını incelerken gördükleri gençlik hâllerinin çok farklı olduklarını, fakat buna rağmen özlerinin aynı olduğunu fark ettiklerini izah ederek devam etti. Aynı zamanda, “Hayal kurmaya dair yoğun bir tutku beslediğimizi gördük. Şu an ise o hayalleri gerçekleştirmek için elimizden geleni yapıyoruz. O zamanlar kurduğumuz o hayaller ve eski benliklerimizle olan bağımızı koparmamak için çabalıyoruz. Özellikle defterlerimizde gördüğümüz kısımlardan çok etkilendik. Günlük yazılarımızı okuyup İç Savaş döneminde, dönemin etkisi haricinde günlük hayatlarını sürdüren ve her günümüzü kaleme alan benliklerimizle yüzleşmek çok etkileyiciydi.” dedi.
Khalil Joreige ise bahsettikleri “günlük hayatın” büyük resimde yaşananlardan ayrı durmasıyla aslında bir çeşit politik direniş olduğunu belirtti. Genellikle hep büyük resme ve büyük hikâyelere, kahraman olmaya odaklanırken, bu filmde köşe notu hâline gelen küçük hikâyelere odaklanıldığını anlattı. Yönetmen, “Bütün bunların yanı sıra, anlattığım her şey günümüz dünyasında daha iyi anlaşılabilir durumda. Bu şekilde izleyiciye o dönemde yaşayan sıradan kişiler olarak ne yaşadığımızı görme şansı sunuyoruz. Özellikle şu an Lübnan’da olanlar göz önüne alındığında görüyoruz ki, olaylar geçmişten etkilendiği kadar, gelecekten de etkileniyor aslında.” dedi.
İkilinin filmde daha yoğun bir tarihi veya siyasi bir bağlam kullanmayı düşünüp düşünmediklerine dair gelen bir soruya ise gelen yanıt, Lübnanlı bireylerin zaten ne olup bittiğinden tamamıyla haberdar olduğu ve dolayısıyla filmde yapılan politik göndermelerin daha yoğun olmasına gerek duymadıkları yönündeydi. Joreige, sözlerini şöyle devam ettirdi: “Günümüzde artık anlatı dili dediğimiz şey de değişti. Gidip genç biriyle konuştuğunuzda, ona topluma dâhil olması gerektiğini anlatmaya çalışırsanız, oluşacak iletişim bizim gençliğimize nazaran çok farklı olacaktır. Benim gençliğimde toplumla iç içe olmak demek, milliyetçi olmakla aynı şeydi. Anlamda yaşanan bir değişim mevcut yani. Dolayısıyla bu filmde bizim için önemli olan, yaşananları iyice aktarabilmek amacıyla anlamı bastırmaktansa, mümkün olduğunca yerel olmaktı.”
Joreige’nin sözlerine ek olarak Hadjithomas, basın mensubunun böyle bir soru yöneltmekte haklı olduğunu, zira kendisinin not defterlerinde savaşın hakimiyeti altındaki o dönemde yaşananlara dair hiçbir detay bulunmadığını, sadece günlük hayatının içinden yazılar olduğunu belirtti, “Yazılardan savaş dönemi olduğunu anlıyorsunuz. Suyla, elektrikle alakalı endişelerin, yaşanan birtakım kavgaların bahsi geçiyor. Bir şeyler yaşandığı, bombalandığı için okuldan kaçmamız gerektiği gibi detaylar mevcut. Fakat hiçbir zaman tam olarak kimin nereyi neden bombaladığını, bunları neden yaşadığımızı anlamıyorsunuz. Yaşananlara dair ekstra detay verme ihtiyacı hissetmedim çünkü bizim gördüğümüz ve yaşadığımız hayat bu kadardı.” dedi. Joreige son olarak, hikâyeyi katmanlı tutmaya ve tanımların kalıplarından kaçınmaya özen gösterdiklerini söyledi ve “Evet, karakterlerin Hristiyan olduklarını biliyorsunuz. Fakat hangi milletten olduklarını bilmiyorsunuz.” dedi. İkili, soruyu yanıtlamayı, filmde kimin neyi savunduğunun ve kimin hangi tarafta olduğunun önemli olmadığını söyleyerek bitirdiler.
Joana Hadjithomas, daima ailelerinin jenerasyonlarını düşündüklerini, onların savaş başladığında 30’larında ve bittiğinde ise 50’li yaşlarında olduklarını göz önünde bulundurduklarında hayatlarının en güzel yıllarının çocuklarına o zamanki şartlar altında nasıl bakacaklarını, onları nasıl okula göndereceklerini ve bunun gibi konuları düşünerek geçtiğini ve heba olduğunu fark ettiklerini söyledi. Hadjithomas sözlerine “Şimdi bizler de 50’li yaşlarımızdayız ve ülkemiz dağılıyor bu şekilde düşünüldüğünde film, aslında ailelerimizi ve onların yaşanan olayların yarattığı olumsuz şartlar sebebiyle darmadağın olan hayallerini anmanın bir yolu.” diyerek devam etti.
“Ailemizin jenerasyonunun hayatlarının en güzel yılları savaş dönemi şartları sebebiyle heba oldu.”
Günlüklerine baktıklarında hafızalarının tazelendiğini söyleyen Joreige ve Hadjithomas’a, o günlerden bugüne nelerin değiştiğini düşündükleri sorulduğunda, Hadjithomas geçmişte daha politik, daha taraflı ve daha az romantik biri olduğunu belirtirken, bunları fark etmenin uzun yıllardır tarih ve tarih anlatıcılığı üzerine birlikte çalıştığı Khalil Joereige ile kendisi için çok ilginç bir deneyim olduğundan bahsetti. Filmin estetik anlamdaki güzelliği ve görsel anlamdaki katmanlılığına nasıl ulaştıklarına dair gelen sorulara ise Khalil Joreige, başlangıç noktasından beri filmin görüntülerle iç içe olması fikriyle ilerlediklerini söyleyerek cevap verdi ve “Filmdeki genç kızın Lübnan’a dair hiçbir bilgisi yoktu mesela. Somut bir referansa dayanan herhangi bir bilgisi olmadığı için Lübnan’daki bir kasabayı Kanada’da bir şehir gibi hayal edebilirdi. Bu yüzden filmin başlangıç noktası fotoğraftı aslında. Bir fotoğrafla başlayıp, algılanan deneyimle birlikte anlatılan hikâyenin o fotoğrafın yaratığı vizyonun da ötesine geçebilmekti önemli olan. En başından beri bu tarzda bir anlatı imkanını fazlasıyla ilgi çekici bulduk, çünkü bu imkan bir noktada sinemanın ve fotoğrafın tarihini görme şansı veriyordu bize.” dedi. Joereige sözlerine “Filmin başından itibaren kullandığımız farklı görsel teknikler bizim de süreçten oldukça fazla keyif almamızı sağladı. Kurgunun gücü sayesinde sanata dair farklı teknikleri akışkan bir hâle getirebildik.” diyerek devam etti. Hadjithomas ise filmin dokusunu yaratabilmek için insan hafızasının bir fotoğraftan, sesten, bazen de kokudan anımsattıklarının yarattığı hissiyatı yakalamaya çabaladıklarını ve bu his üzerinden seyirci ile bir bağ kurmayı hedeflediklerini söyledi.
“Filmin başlangıç noktası bir fotoğraftı.”
Hadjithomas, “Dokuları bir araya getirmek, yaptığımız bu deneysel projenin fazlasıyla önemli bir kısmıydı. Katmanlı bir şekilde anılar üzerinden oluşturduğumuz bu hikâye, aynı zamanda bizi de birbirimize bağlıyordu. Bu sayede filmle olan ilişkimiz, hissiyat bakımından kademe atladı diyebiliriz.” dedi. Filmde, önceden yaptıkları deneyleri, üzerlerinde birtakım değişiklikler yaparak, onlarla oynayıp filme adapte ederek harmanlayan yönetmenler, filmdeki karakterin de, teknolojik yollarla da olsa anılarla birtakım deneyler gerçekleştirdiğinden bahsetti. Geçmişi bugünün araçlarıyla yeniden canlı hâle getirirken, o anılarla eğlenen karakterin hislerini, bir kutuyu açtığımızda annemizin eski fotoğraflarını veya başka birtakım görselleri bulduğumuzda hissettiğimiz şaşırma hissine benzetti. Kendi defterlerini bulduğuklarında kendilerinin hissettiklerinin de böyle olduğunu söyledi.
Yönetmenlere yöneltilen başka bir soru ise kendilerinin kuşağı ve kızlarının kuşağı için fotoğrafın ve fotoğrafçılığın anlamıyla ilgiliydi. Eski kuşak için bir anı yaratma aracı olan fotoğrafların, yeni kuşakta daha çok anı yakalamak için kullanılması durumu üzerine ne düşündükleri soruldu. Joreige soruya, bu süreçte kendi arşivlerinden birçok fotoğraf kullandıklarını ve o dönemlerde fotoğrafçılığın pahalı olduğundan bahsetti. Yönetmen, “Bugünlerde ise bir anda yüzlerce fotoğraf çekip hiçbir ücret ödemiyoruz. Eskiden makineyi almak, filmlerini almak ve fotoğrafları bastırmak çok masraflıydı. Filmde, yeni kuşağa ve onların fotoğrafçılık anlayışına yönelik yargılayıcı bir tutum sergilememeye çalıştık. Kızım, mesela, telefonuyla tonlarca fotoğraf çekiyor. Snapchat uygulamasını indirdiğinde, 6 ayda elli bin fotoğraf çekmiş ve bunlar genellikle kendi fotoğraflarından oluşuyor ve bizim arşivlerimizde kendi fotoğrafımız neredeyse hiç yoktu. Yani fotoğraf çekmenin manası, konsepti de değişti.” dedi. Joreige, buna rağmen kızının yaptığının da aslında kendi hayatından bir çeşit günlük tutma ya da arşivleme yöntemi sayılabileceğini söyledi.
“Fotoğraf çekmenin manası, konsepti değişti. Bizim arşivlerimizde neredeyse hiç kendi fotoğrafımız bulunmuyor.”
Sözü Hadjithomas aldığında ise, film aracılığıyla fotoğrafçılığın kısa tarihi hakkında düşünme şansı bulduklarından bahsetti. Fotoğrafın aktarma görevini, geleneksel fotoğrafçılığın bir aciliyeti olmadığını, fotoğrafları görmek için bir süre beklemek gerektiğini anlattı ve “Filmde de göremediğiniz, unuttuğunuz, ya da geçmişten gelip aklınızdan çıkmayan fotoğraflarla karşılaşıyorsunuz, baba karakterinin fotoğrafı örneğin. Fakat seyirciye bunları verirken, nostaljik bir hava vermek istemedik. Evet, fotoğraflarla birlikte çok çalıştık, bugünse farklı bir fotoğrafçılık biçimiyle uğraşıyoruz. Bu yüzden teknolojinin fotoğrafçılıktaki yerini, geçmişteki anıları tekrardan hayata döndürmek için kullanmak, ve bütün bunları yaparken yargılayıcı veya nostaljik olmamak önemliydi. Karakterin kendisini ifade ediş biçimi buydu ve film bize yeni jenerasyonun fotoğrafla olan ilişkisini kavramamız konusunda çok yardımcı oldu.” dedi. Bütün bunların istemeden farklı sorulara yol açabileceğini söyleyen Hadjithomas, bütün bu fotoğrafları nasıl arşivleyebileceğimizi, bu görsellerin gerçekten birer anı olduklarını mı, yoksa bütün bu birikim içinde kaybettiğimiz anlar mı olduğunu sorguladı. Bütün bunları düşünmenin iki yönetmen için de çok ilginç bir süreç olduğundan bahsetti.
Biz de yönetmenlere Maia karakterinin neden başlangıçta geçmişi konusunda bu kadar kapalı ve korumacı olduğuna dair bir soru sorduk. Hadjithomas, Maia’nın eski defterlerinde okuduğu, genç bir kadın olduğundaki hâliyle güçlü bir bağı olmayan bir karakter olduğunu söyledi. Günümüz şartlarına uyum sağlayabilmek için geçmişine dair birçok şeyi unutmak durumunda olan karakterin, sadece hayatta kalmak ile uğraştığını belirtti. Babasının intiharı üzerine ülkeden ayrılmalarını, intihar dediğimiz şeyin toplum tarafından kabul gören bir şey olmadığından, ve özellikle 80’li yılların toplum yapısı göz önünde bulundurulduğunda bu yüzden geçmişini bir sır olarak tutmayı tercih ettiğinden bahsetti.
Joreige sözü aldığında, sır ile Maia’nın kızıyla bu konu hakkında herhangi bir şekilde etkileşimde olmadığından bahsetti ve başından beri Maia’nın, Pandora’nın kutusunu açtığına pişmanlık duyacağını bildiğini anlattı. Yönetmen sözlerine “Bu, Maia için acı verici bir süreç olacaktı çünkü kendisiyle, eskiden ne olduğuyla, sonrasında neye dönüştüğüyle yüzleşmek durumunda kalacaktı, öyle de oldu. Hatta fotoğrafçılığa olan ilgisini kaybetti, uzun zamandır hayali olan bu yolda devam etmekten vazgeçti. Çünkü Kanada’ya parası olmadan gelmek zorunda kaldı ve çok sevdiği hobisine, hayaline devam edemedi. Geçmişin kutusunu açmak ise onu tamamiyle değiştirdi, olmak istediği kişiyle yüzleşmesine sebep oldu aslında.” diyerek devam etti. Büyükanne karakterinin en çok korkan karakter olduğundan bahseden Joreige, büyükannenin filmdeki “Alex anlamayacak.” cümlesini hatırlattı. Geçmişin sayfalarını karıştırdıklarında karşılaşacakları şeyin ailelerine tamamen farklı bir bakış açısı getireceğinin ve bunun yer yer rahatsız edici bir hâl alacağının farkında olduklarını anlattı ve “Geçmiş her zaman kabul edilmesi kolay olmuyor.” dedi.
“Geçmiş, her zaman kabul edilmesi kolay olmuyor.”
Filmin mutlu sonla bitiyor oluşuna ve neden böyle bir son seçtiklerine dair gelen soruya Hadjithomas, filmi olumlu bir hissiyat ile bitirmenin onlar için önemli olduğundan bahsetti ve “Maia’nın eski evini bulmaya gitmesi ve evin yıkıldığını görmesi, babasının mezarına gitmesi ve bulamaması örneklerinde olduğu gibi, birçok şeyin zamanla kaybolduğunu gördü. Başına gelen bu tarz olaylardan sonra; küçük bir balonun içinde dans edilen, mutlu hissedilen, yaşananları unutma şanslarının olduğu ve birlikte olabildikleri bir an yaratmak istedik onlar için. Her zaman küçük de olsa bir ışık olduğunu gösterebilmek bizim için önemliydi.” dedi. Hadjithomas bu sözlerinin üzerine, birçok insanın bu şekilde düşünüyor olmasına rağmen, aslında kendisi için filmin bir mutlu son taşımadığını fakat bir umut kırıntısının görülebildiğini söyledi. Bünyelerimizin bu denli çaresiz olmayı kaldıramayacağından ve dolayısıyla her zaman ufak da olsa bir ışığa, bir umuda tutunmaya ihtiyacımız olduğundan bahsetti ve “Bu sonu bir mutlu son olarak nitelendirmekten ziyade, Maia’nın nihayet yaşadığını yeniden hissettiği bir son olarak görmek daha doğru.” dedi.
Joreige sözü aldığında ise, bu final ile ilgili önemli olan şeyin, jenerasyonların ardı ardına gelmeye devam ettiği bir döngü olduğundan bahsetti. Umudu temsilen bahsi geçen o ışığın, bu kadar ağır bir durumu kaldırabilmenin tek yolu olduğunun altını çizen Joreige, savaş döneminde en kötü anlarında bile hâlâ sevebildiklerini ve eğlenebildiklerini ve bunun ne kadar önemli olduğunu anlattı. Kendileriyle aynı dönemden geçmiş olan çocukluk dostlarıyla tüm farklılıklara ve geçen zamana rağmen aralarındaki bağın sadece bu dönem üzerinden bile kurulabildiğini anlatan Joreige, bir arada olma ve tüm farklılıklara rağmen bir anı paylaşma hissiyatına dair özlemi, pandemi döneminde deneyimlemekten uzak kaldığı bir sinema salonunda diğer insanlarla film izlemeye duyduğu özleme benzetti. Hadjithomas ile Joreige sözlerine, o umutsuz dönemde çaresiz olmak gibi bir lükslerinin olmadığını söyleyerek devam etti.
“Çocukluk dostlarıyla aradan geçen zamana rağmen paylaşılan anlar üzerinden bağ kurabilmek tıpkı çok özlediğimiz sinema salonlarında tanımadığımız insanlarla oturup o anı paylaşmaya benziyor.”
Filmin kadrosunu nasıl oluşturduklarına dair gelen sorular için sözü Joana Hadjithomas aldı. Hadjithomas, bu süreçte birtakım zorluklar çektiklerini, birbirine benzeyen bazı insanları bulup o insanlarla bir aile hissiyatı yaratmanın ne denli zorlayıcı olabileceğini anlattı. Uzun zamandır Manal Issa ile çalışmak istediklerini anlatan yönetmen, oyuncuların karakterlere ne kadar yakın olduğunu önemsediklerini söyledi. Bu yüzden Maia’nın durumunda Rim Turki ile çalıştıkları için kendilerini çok şanslı hisseden ikili; Rim Turki’nin bütün kırılganlığı, hassasiyeti ve güçlü duruşu ile gerçekte de Maia’nın karakterine yakın bir karakter portresi çizerek filmi beslediğinden bahsetti. Joreige sözü aldığında, oyuncularla senaryo provasından önce, karakteri iyice özümseyebilmeleri için doğaçlama çalışmalar yaptıklarını söyledi.
Deşifre: Deniz Yavuz