Yazar Puanı
Puan - 57%
57%
Ghost in the Shell - Kabuktaki Hayalet başarılı adımlar atarak kendini iyi bir distopik aksiyon bilimkurgusu olarak yaratsa da örnek aldığı ve izinden gitmek istediği 1995 yılı yapımı animenin yanına bile yaklaşamıyor. Animenin arka planında yer alan felsefi boyutu ve kaotik anlatıyı neredeyse hiçe sayan bu yeni yapım, dipsiz bir kuyuda düşerken ruhtan bahsedip duruyor ama kendisi ruhu olmayan bir sanayi ürünü olduğunun bilincine varamıyor.
Rupert Sanders tarafından yönetmenliği yapılmış olan Kabuktaki Hayalet – Ghost in the Shell filmi sinemanın ve anime severlerin zihnine yabancı olmayan muazzam bir hikayenin tekrarı olarak beyazperdede izleyici ile buluşuyor. Sanders imzalı Kabuktaki Hayalet filmi 1989 yılında yayım hayatına başlayan Masamune Shirow (veya Masanori Ota) imzalı manganın yaratmış olduğu evrene dayanıyor olsa da aslında sahne sahne incelendiğinde ve atmosferin bıraktığı ayak izleri takip edildiğinde film izleyicisini 1995 yılına götürüyor. Kabuktaki Hayalet filmi sahnelerin dizaynı ve distopik evrenin varlığı ile beraber Mamoru Oshii imzalı 95 yapımı aynı isimli anime filmin ruhunu tekrar beyazperdeye taşıyor. Bu taşıma işlemi esnasında birçok olgunun kucağa alınması ve getirilmesi istenirken, çoğu şey elden kayıp düşüyor ve günümüze sadece birkaç olgu getirilebiliyor. Başrollerinde Scarlett Johansson, Pilou Asbæk, Takeshi Kitano, Juliette Binoche ve Michael Pitt’in yer aldığı film tamamlanmamışlık ile beraber maalesef beklentileri karşılamayan ama yine de sinematik zevke hitap edebilen; unutulmayı yazgısında taşıyan bir Hollywood seri üretimi ürünü olarak karşımızda yerini alıyor.
Kabuktaki Hayalet büyük bir distopya içerisinde bir zihnin kendini bulma arayışını alışık olmadık bir eksende izleyiciye sunuyor. Teknolojinin günlük yaşamı ve insani yaşamı domine etmeye başladığı bu zamanda artık insan olmak kavramı günümüz algısal boyutunu ters yüz etmeye başlıyor. ‘İnsan mısın?’ sorusu artık mecazi ve argo boyutundan çıkarak gerçekçi bir zeminde anlam kazanıyor ve insan olmak varlığı tanımlayan özelliklerden biri oluyor. İnsanların yanında robotların da varlıklarını sürdürdüğü ve yaşam alanı içerisinde onların da bir özne olduğu Kabuktaki Hayalet evreninde insanlar da başkalaşmaya başlıyor. İnsanlar kendilerini ‘geliştirerek’ bir şekilde ölümsüzlüğü arayıp bunu kendi bedenlerinin ‘bozulmuşluğuna’ karşı verdikleri savaşla sonuçlandırmaya çabalıyorlar. İnsanlar gittikçe mekanikleşip bir çeşit robotvari varlıkların diyarına girdikçe tam tersi bir pratikte Kabuktaki Hayalet’in oluşturduğu evrende meydana geliyor. Robotlar da bir çeşit sentetik kabuk ile beraber insan formuna doğru evrilirken, insanların değer olarak düşündükleri olgulara sahip olmaya başlıyorlar. Bu iki farklı pratik ve sınırların alt üst edilmesi; insan ve robot kimliklerini de transparanlaştırıyor. Bu birbirine giren kavramların ve dünyaların ortasında da Kabuktaki Hayalet’in ana karakteri Binbaşı Motoko Kusanagi (Scarlett Johansson) doğuruluyor; tanrının olmadığı yerde tanrılaşan insan tarafından yaratılıyor.
Kabuktaki Hayalet: Ruhu Olmayan Bir Ruh Filmi
Filmin ana hatlarına bakacak olursak yukarıda değindiğim gibi yaratılmış olmak ile doğmuş olmak arasındaki fark gittikçe kırılıyor ve bu kırılma ile beraber kimliğin sorgulanmasında ortaya çıkacak kaotik düzen muazzam bir distopyanın temellerini oluşturuyor. Bu yorumu 1995 yılı yapımı anime film için gönül rahatlığı ile söyleyip üzerine birçok düşüncenin mükemmel bir şekilde inşa edildiğini tartışabilirdim ancak bunu sadece anime üzerinden söyleyebiliyorum. Sanders imzalı film ise bize sadece geçmişin bir hayaletini gösteriyor ve bunu her ne kadar başarılı görüntüler ve sesler ile yapsa da maalesef standart bir aksiyon filminin ötesine herhangi bir adım atamıyor. Hollywood tarafından yaratılmış olan bir distopik bilimkurgu gözü ile bakarsak filme başarılı noktalar elbette bulabiliriz. Retro bir hava ile beraber birleşen muazzam bir distopik evren yaratılışı filmi başarılılar seviyesine yükseltiyor ve bu başarı elbette yetenekli oyuncuların kendi kalıpları ile kurguladıkları karakterlerin varlığı ile taçlanıyor. Ama ne kadar istemesek de ya da bunun yapılmasını yanlış bir eleştiri olarak algılasak da Kabuktaki Hayaleti 1995 yılındaki öncüsünün dışında ele almak imkansız bir noktada diye düşünüyorum. Özellikle bu yeni yapımda yaratılmış olan sahnelerin 95 yılındaki filme direkt gönderme yaptığını ve o sahnelerin tekrar birebir yaratılmış olduğunu izledikten sonra aralarında bağ kurup bu bağ üzerinden eleştiriyi oluşturmak en sağlıklı bakış açısı olur kanaatini taşıyan bir sinema izleyiciyim. Bu perspektiften de şunu söyleyebilirim ki Ghost in the Shell – Kabuktaki Hayalet başarılı adımlar atarak kendini iyi bir distopik aksiyon bilimkurgusu olarak yaratsa da örnek aldığı ve izinden gitmek istediği 1995 yılı yapımı animenin yanına bile yaklaşamıyor. Animenin arka planında yer alan felsefi boyutu ve kaotik anlatıyı neredeyse hiçe sayan bu yeni yapım, dipsiz bir kuyuda düşerken ruhtan bahsedip duruyor ama kendisi ruhu olmayan bir sanayi ürünü olduğunun bilincine varamıyor. Ne yazık ki bu farkında olmama durumu biz mirası sarmaşık gibi ölümcül bir şekilde sarıyor.
Eğer 95 yılı yapımı Oshii imzalı animeyi hatırlayacak olursak; ilk söylememiz gereken şey büyük bir öncülüğü ile sinema tarihinde reformu gerçekleştirmişti olur. Anime dünyasında sinematik açıdan ilkler konusunda ayrı bir noktada yer alsa da coğrafya farkı gözetmeksizin sinemanın bir türünü derinden etkileyen bir yapım olmuştur. Distopya üzerine kurulu bilimkurgu yapıtlarına baktıkça ve bu yapıtları düşündükçe Kabuktaki Hayaletin kıymeti zihinlerde artmaya başlayacak ve devam edecektir. Bio-insan olarak yaratılmış Binbaşı bir insan zihnine sahip robottur. Organik olarak beyine sahip olan bu robot hiçbir hisse sahip olmasa da hislerin nasıl bir tesir yarattığının farkındadır ancak bu hislerin kaynağı olan anılara artık sahip değildir. Devlet tarafından yaratılmış bu kadın askerin belleği silinerek onun kimliği ondan çalınmıştır ve bu hırsızlıkla beraber anısı olmayan yani geçmişi olmayan bu ‘ölümsüz’ varlık devletin en güçlü silahı olmuştur.
Karmaşık bir anlatı ile ilerleyen ve izleyicisini zorlayan animenin üç başlığı var diye düşünebiliriz. İlki üstün bir eril güç tarafından kurulmuş olan ve devlet veya düzen diyebileceğimiz bir varlığın insanları ya da onların zihinlerini hapsedip onları kendi istedikleri düzen içerisinde kapalı tutup istediklerini gerçekleştirme özgürlüklerini yaratıyor olmalarıdır diyebiliriz. Ve bu başlık bizi direkt Wachowski kardeşlerin Matrix serisine götürebilir. Kapana sıkışmış olan ancak bunun bilincinde olmayan insanların varlıklarını sorgulamaları bilimkurgu için önemli bir bakış açısıdır. Animenin ikinci özelliği olarak yazının başında da bahsettiğim transparanlığı sayabiliriz. Bu transparanlık iki farklı dünyanın bilimkurgu düzlemi içerisinde birbiri içerisine girmesi ve birbirini çürütmesini tanımlıyor. İnsanlık ve robotluk tanımlarının artık birbirine girdiği animede bu çatışma distopik gelecek evrenlerinin bir manifestosu haline dönüşüyor ve burada da akla direkt Ridley Scott’ın Blade Runner’ı ile de başlamış olan içimizdeki robot düşmanlar furyasını farklı bir coğrafya ekseninde tanımlıyor. Oshii’nin animesinin üçüncü ve son özelliği olarak şunu ekleyebilirim; insanın anıları ile beraber kendi kimliğini yaratması ve toplum kimliğinin bütünlüğü ile bireysel kimliğin çatışmasında yer alan varoluş problemleri. Binbaşı’nın ve onun neslinin yaratılırken anılara sahip olmaması onların kimliklerinin yaratılmasını kolaylaştırıyor olmasıyla beraber bu kimliksizleştirmenin anılara hükmetme konusundan ilerlemesi sinema tarihini Alex Proyas yönetmenliğindeki Dark City’e kadar götürüyor. Sadece üç özellik üzerinden üç filme uzanan yolculuğu göstermek bile bence animenin arkasında yatan ve gittikçe büyüyen, sinema tarihindeki öncü görevi üstlenen felsefesini gözler önüne sermek için yeterlidir diye düşünüyorum. Bu öncü kimliğe sahip olan bir filmden yola çıkan yeniden çekimin bu üstün zihni devralmasını ve öteye taşımasını beklerken, öteye taşıması bir yana, en değerli olan bu parçayı devralmaması filmi maalesef benim öznel düşünceme göre direkt iyi bir yeniden çekim kategorisinden çıkarıyor.
Kabuktaki Hayalet: Metafor Korkusu Taşıyan Bir Sanayi Ürünü
Anime ve manga kültürü Uzak Doğu’nun öğretileri ile yoğrulduğu için her zaman farklı bir perspektifi yansıtan tınılara sahip oluyor. Bu tınılar ile beraber bu kültür özellikle kendini Batı olarak tanımlayan toplumlar için çoğunlukla bir zorluk olarak görülüyor çünkü zamanın düz bir çizgi olduğuna ya da ruhun sadece hareket eden canlı varlıklara özgü bir kutsallık olduğunu düşünen Batı’nın aksine Uzak Doğu bu düşünceleri ve konseptleri zihnin enginliğinin ötesinde bir algı noktasına oturtuyor. Her varlığın ruhunun olduğunu söyleyip zamanın bir çemberden ibaret olduğunu söylerken yaratıcılığın da sınırlarını farklı bir boyuta çekiyorlar. En farklı noktada böyle bir algısal ayrımın olması bile aslında temsil alanında Batı ile Uzak Doğu’nun nasıl kırılmalar yaşayabileceğini gösteriyor. Tam da bu noktada Kabuktaki Hayalet devreye giriyor ve temsil alanında yaşanan ayrım kırılmasını gözler önüne seriyor. Hollywood, Uzak Doğu’nun en önemli noktalarının birinde yer alan animesini devralarak onu beyazlaştırıyor ve kendi izleyici kitlesinin sıkılmaması için kaotik anlatısını tek düze bir hikayeye indirgeyip her şeyi neden-sonuç ilişkisi içerisinde temellendiriyor. Bu yaptıkları cerrahi işlemlerle de tekil olan bir anlatıyı alıp onu bir sanayi ürününe çeviriyorlar; Kabuktaki Hayalet’i öncesinde yapılmış olan diğer Hollywood aksiyon bilimkurgularından herhangi bir farklı noktası sayılamayacak bir noktaya konumlandırıyorlar. İzleyiciyi kaybetmemek ve gişede başarı elde ederek kendi öz benliklerini sağlamlaştırmak için kabuk ve hayalet metaforlarını dahi defalarca anlatarak bir felsefi sinemasal temsili filmi alıp, bir çeşit ‘güzel vakit geçirme’ aracına dönüştürüyorlar.
Kabuktaki Hayalet filminde yer alan en büyük kötü nokta olarak Hollywood’un bu retro bilimkurgu atmosferi içerisinde hadım eylemini söylerken birkaç noktayı da tartışmakta fayda var diye düşünüyorum. Özellikle filmin yönetmeni Rupert Sanders ve görüntü yönetmeni Jess Hall’un ne kadar bu hadım eylemi içerisinde yer alsalar da aslında dışarıda durduklarının altını çizmek istiyorum. Muazzam görüntüler ve anime filme hala saygı duyulduğunu gösteren yeniden yaratımlar, aynı ahengi ve gelecek karanlığını veren sahneler filmin tek tipleştirilmesinde bir isyan belirtisi olarak karşımıza çıkıyor. Ve bu isyanla beraber animeyi önceden görmemiş izleyiciler için belki de etkisinden uzun bir süre çıkılmayacak bir deneyim havuzu yaratılıyor. Ancak tekrar eklemek isterim ki bu şaşaalı görselliğin birer tekrar üzerinde kurulu içi boş kapı süslerinden bir farkı maalesef ki yok. Tartışmaya açmak istediğim bir diğer nokta ise filmin başrol oyuncusu olan Scarlett Johansson’ın seçimi olacak. Scarlett Johansson’ın seçilmiş olması yukarıda da bahsettiğim sinemanın beyazlaştırılması üzerine birçok tartışmada konu edinildi ve bu seçim ile beraber Hollywood’un sinemaya olan algıda büyük bir algı operasyonu yapabileceği de tartışmalarda eklendi. Ancak benim konuşmak istediğim başka bir boyutta Scarlett Johansson’ın seçilmiş olmasının tartışması. Çünkü oyuncunun son filmlerine baktığımızda; Lucy gibi Under the Skin gibi yapımlarda hep aynı kadın isyancıyı canlandırdığını düşünüyorum. Aynı mimikler ile ilerleyen, sert, biraz maskülen ve çoğu zamanda toplumun (eril toplumun) çizdiği sınırlarda yürüyen ve bunu güçlü bir şekilde yansıtan bir kadını canlandırıyor oyuncu. Ve bu rollerin arka arkaya geliyor olması benim kanaatimce bir zihin bulandırma yaşatıyor. Kabuktaki Hayalet’in unutulmaz başlangıcı ile aynı sekansı taşıyan bu yeni yapımda bile zihin ister istemez oyuncu üzerinden sahneyi algılayıp ‘Under the Skin mi izliyorum şu an?’ sorgulamasını ortaya çıkarıyor. Bu karmaşa yüzünden filmin kötü bir aura oluşturduğunu düşündüğüm için de Johansson yerine belki de başka (belki de az bilinen) bir yeteneğin yer alsaydı düşüncesini savunuyorum. Bununla beraber diğer oyunculara bakacak olursak ana karakterler arasında bir bölünme yaşanıyor. Binbaşının sağ kolu olan Batou’yu canlandıran Pilou Asbæk ile binbaşının üstü olan Aramaki’yi canlandıran Takeshi Kitano filme çok iyi bir pozitif etki katıyor ve filmi oyunculuk anlamında çok yüksek bir yere taşıyorlar. Ancak Dr. Ouelet’yi canlandıran Juliette Binoche ve Kuze’yi canlandıran Michael Pitt muazzam oyuncular olmalarına rağmen karakterleri ile olan bağın belki de yersiz yurtsuz olmasından kaynaklı iyi bir oyunculukla izleyici karşısına çıkmıyorlar.
Yukarıda bahsettiğim gibi 2017 yılı yapımı Ghost in the Shell – Kabuktaki Hayalet filmini okumak ve üzerine bir şeyler söylemek için illa 1995 yılı yapımı animeye de bir göz atmak ve onu her zaman düşüncelerin bir köşesinde bulundurmak gerektiğini düşünüyorum. Çünkü bu denli bir sahne ve atmosfer yaratılışının paralelliğinde bu yeniden yapımı bağımsız ele almak çok zor ve tuzağa düşürecek bir yaklaşım olacaktır. Eğer filmi izlemeye karar verirseniz kesinlikle 1995 yapımı animeyi önceden izleyin ve zihninizi her zaman açık tutun diye bir naçizane tavsiye vermek isterim. Son olarak da şunu eklerim ki fragmanda yer alan Enjoy the Silence cover‘ını filmde bulamayacaksınız ama emin olun sizi alıp binbaşı ile kendinizi arama yolculuğuna çıkaracak bir güce sahip bu şarkı ve diğer muazzam soundtrack şarkıları da böyle bir gücü içinde bulunduruyor. Özetle Kabuktaki Hayalet, Hollywood’un dominantlığı ve sert çizgileri ile karşılaşınca maalesef boyun büküyor ve beklenen bütün heyecanı yok ediyor. Felsefi boyutuyla beraber animenin hikayesinin öncü, zihin açıcı, zaman öncüsü anlatılarını yok edip klasik bir aksiyona dönüştüren Kabuktaki Hayalet izlenmesi gereken yapımlar arasında yerini alsa da kesinlikle tartışmaya açık birçok eksiği olan yapım olarak beyazperdede sizi bekliyor.