Yazar Puanı
Puan - 60%
60%
BlacKkKlansman, ne yaptığının ve nasıl yaptığının oldukça farkında olan bir film olmasının yanında bu "ne ve nasıl"ın farkına izleyicisinin de varmasını istercesine ana fikrinin altını sık sık çizme hatasına düşüyor.
BlacKkKlansman, geçmişi şimdiye ışık tutacak biçimde anlatmayı tercih eden bir film. Bugünün sebebi olarak geçmişi göstermiyor aksine bugün ile dün arasında düşündüğümüz kadar büyük çapta değişikliğin yaşanmadığını vurguluyor. Cannes Film Festivali Büyük Ödülü’nün sahibi BlacKkKlansman, Spike Lee’nin 2013 yapımı Oldboy’dan sonra selüloit filme döndüğü ilk film olma özelliği taşıyor. 35 mm çekilen BlacKkKlansman, Ron Stallworth’un anılarına dayanan kitabı Black Klansman’den sinemaya uyarlanmış bir yapım. Get Out filminin yapımcı kadrosunun da arkasında olduğu filmin fikri ise yine Jordan Peele’nin Spike Lee’ye kitabı getirmesiyle ortaya çıkmış.
1970’lerde geçen ve gerçek olaylara dayanan anlatı, Ron Stallworth’un siyahi bir polis olarak akademiye kabul edilmesiyle birlikte yaşanan olayları mizahi tonunu hep koruyarak ama karakterle özdeşleşmeyi de koparmayacak bir duygusallıkta ve ciddiyette izleyiciye sunuyor. Ron Stallworth’un polisliğe kabulünün ardından yaşanan süreçte, gazetede bir Ku Klux Klan (The Organization) ilanı görüp aramasını ve kendisine öfkeli bir beyazın sahip olabileceği herhangi bir geçmiş versiyonu yazarak örgüte üye olmaya çalışmasını izliyoruz. Bu noktada hikâyenin kilit karakterlerinden diğeri ise Adam Driver’ın canlandırdığı Yahudi asıllı Flip Zimmerman. Ron’un siyahiliği ve Flip’in Yahudiliği bu noktada önemli çünkü hikâyenin gerilimli yanını sürekli uyanık tutan unsurlar karakterlerimizin bizzat var oluş biçimi aslında. Görüşmeleri telefon üzerinden Ron sürdürürken yüz yüze konuşmaları ve ekibin içine sızma görevini Flip üstleniyor. Aslında kabaca, biri siyahi biri de Yahudi olan iki polisin Ku Klux Klan’ın içinden bilgi alma çabasını izliyoruz 2 saat 18 dakikalık süre boyunca.
BlacKkKlansman: Suçlu, Başkasıdır
Siyahi hikâyelerinin ön plana çıktığı ve daha da önemlisi hakkının teslim edildiği bir döneme girdiğimiz aşikâr. Ancak Jordan Peele’nin Get Out filminin yanı sıra, Barry Jenkins imzalı Moonlight ve Toronto Film Festivali’nde izleme olanağı bulduğum If Beale Street Could Talk da dahil olmak üzere bu dinamiğin daha hakkıyla kurabildiği filmler mevcut. BlacKkKlansman’in ardından kapıldığım hissiyat Spike Lee’nin bir siyahi hikâyesini beyazlara anlattığı yönünde oldu, ne yazık ki. Bu elbette sinemanın etkisini göz önüne aldığımızda -filmde de sıklıkla vurgulandığı üzere- hâla ırkçı fikirlerin kendi zihninde büyümesine izin vermeye meyilli kesimi ikna edebilmek ve anlaşılabilmek adına kıymetli bir tercih ancak Spike Lee hikâyesini bahsi geçen kesime de anlatmıyor. Aksine, hâlihazırda Malcolm X’te kullandığı Rodney King görüntülerinden BlacKkKlansman’de filmini kapamayı tercih ettiği Charlottesville olaylarına kadar yaşanan katliamları takip eden ve tepkisini dile getirebilecek beyazların alkışını almak için belirli adımlar atmışçasına alışıldık bir tablo çiziyor.
Bir siyahinin bakış açısından, polis akademisinde tek bir karikatürize beyaz polisin siyahilere karşı aşağılayıcı davrandığına ve ondan da hâlihazırda tüm memurların rahatsız olduğuna ama doğru zamanı beklediklerine ikna olmak mümkün müdür, bilemiyorum. Bu sebeple, kötü olanın hep dışarıda olduğu ve “bizden” biri olmadığının vurgulandığı bir anlatı yapısı kimseye geçmişle ilgili bir yüzleşme imkânı sunmuyor, aksine yaşananlar için her zaman başkalarının suçlanması geleneğine bir kez daha devam etmiş oluyoruz. Trump’ın Charlottesville olayları ile ilgili “Aslında iki taraf da suçlu” açıklamasını daha genel bir düzleme aktararak “Aslında iki taraf da suçlu değil.” cevabını veren Spike Lee, siyahların ya da beyazların değil herkesin tüm haklara sahip olması gerektiğini anlatmayı başarsa da muhattabını belirleme konusunda kararsızlık yaşıyor gibi. Bahsettiğim tutumu daha net açıklayabilmek adına yine Spike Lee imzalı She’s Gotta Have It (1986)’in anlatı biçiminden bahsetmek mümkün. She’s Gotta Have It de yine bir siyahi hikâyesi anlatsa da bunu karakterlerin ilişki ağı içerisinde öylesine doğal akışında yapıyor ki herkesin deneyimleyebildiği üzerinden tüm izleyicilere duygudaşlık başlığı altında “aynı olma” hâlini hissettirmesi daha mümkün oluyor ve She’s Gotta Have It’in en büyük özelliği bu birleştiricilikle hiç ilgilenmiyormuş gibi görünmesi. BlacKkKlansman ise, ne yaptığının ve nasıl yaptığının oldukça farkında olan bir film olmasının yanında bu “ne ve nasıl”ın farkına izleyicisinin de varmasını istercesine ana fikrinin altını sık sık çizmeyi ihmal etmiyor.
Bunlar elbette filmin, konumlandığı nokta göz önünde bulundurulduğunda, politik söylemiyle ilgili belirtilmesi elzem noktalar. Tüm bu detaylar bir kenara bırakıldığında Spike Lee’nin filmografisinden de alıştığımız üzere oldukça etkin bir işleyişe sahip olduğunu söyleyebiliriz BlacKkKlansman’in. Gerçekle kurgu olanı harmanlayışının akıcılığı ve filmin mizahi tonu keyifli bir seyir sunuyor kesinlikle. Gerçek Ron Stallworth, kendisini Denzel Washington’ın canlandırmasını talep etse de yaşı itibarıyla karakterin görünümüne ters düşeceği için karakteri canlandıracak oyuncu ile ilgili son olarak Denzel Washington’ın oğlu John David Washington’da karar kılınmış, ki bu oldukça yerinde bir tercih olarak değerlendirilebilir. Filmin başarılı plan sekansları ve türlü görsel oyunlarıyla yönetmenlik anlamında da yetkin bir noktada durduğunu belirtmek gerek.