Amerikalı yazar Dennis Lehane’in son on yılda üç romanı sinemaya uyarlandı ve hepsi de genel olarak hem eleştirmenlerden hem de izleyicilerden olumlu geri dönüşler aldı. Mystic River, Gone Baby Gone ve Shutter Island’ın aynı zamanda ödül avcısı filmlere dönüşmesi ile yazar The Wire ve Boardwalk Empire gibi dizilere de hikaye yönünden katkı vermeye devam ediyor. Lehane’in kısa hikayesi Animal Rescue’den uyarlanan ve senaryosunu da kendisinin yazdığı Kirli Para – The Drop, önceki uyarlamalar kadar iddialı görünmemesine karşın yazarın ana temaları olan suç, masumiyetin kaybı ve yozlaşma konuları üzerinden derli toplu bir film olarak karşımıza çıkıyor.
Brooklyn’de kuzeni Marv’ın barında çalışan Bob Saginowski, etrafında sessiz, yalnız ve saf olarak tanımlanan bir adamdır. Çalıştığı bar, çevredeki birçok yer gibi mafyanın paralarının toplandığı ve el değiştirdiği mekanlardan biridir. Marv bir gün çöp kutusunda köpek yavrusu bulur ve bu vesileyle Nadia ile tanışır. Nadia ile olan ilişkisi, eski bir suçlu olan Eric Deeds’in dikkatini çekecek ve olaylar, bara sahip olan Çeçen mafyasından kurtulmak isteyen Marv’ın planında düğümlenecektir.
2011’de yönettiği Boğa – Rundskop filmiyle Belçika adına Oscar yarışına giren Michael R. Roskam’ın ilk İngilizce filmi olan The Drop, karamsar bir atmosfere sahip. Mafya filmlerinde karşımıza çıkan küçük bir çevrede herkesin birbirini tanıması, arka çıkması gibi geleneklerin çoktan geride kaldığı; herkesin kendi çıkarını düşündüğü bir dünya çiziliyor. Eski değerlerin kaybolması meselesi ise aslında sadece bir el değiştirmeden ibaret. Marv’ın barının sahibi olan Çeçen mafyası ne kadar acımasızsa zamanında Marv’ın da o kadar sert ve korkulan bir lider olduğunu anlıyoruz. Aynı şekilde Bob’un da belirttiği gibi çetecilik oynadıklarını ve kaybettiklerini öğreniyoruz. Böylece film basit bir biçimde göçmenlik meselesi üzerinden değerler erozyonunu kastetmiyor; sadece kirli iktidar mücadelesini ve karakterlerin karanlık geçmişlerini ele alarak bahsi geçen Amerikan değerlerinin de ipliğini pazara çıkarıyor.
Filmin kısa hikayeden uyarlanmış bir uzun metraj olmasının bir dezavantaj olacağı düşünülebilir. Fakat bu durumun avantaja dönüştüğü yerler yok değil. Özellikle filmde ana karakter sayısının azlığı, oyuncu kalitesiyle birleşince oldukça iyi performanslar izleme fırsatı buluyoruz. Tom Hardy, Bob rolünde kariyerinin zirvesinde olduğunu gösterirken geçtiğimiz yıl aramızdan ayrılan James Gandolfini, Marv rolünde çok iyi becerdiği tatlı-sert aile büyüğü rolünü son kez canlandırıyor. İkilinin bir arada olduğu sahneler hem mizah hem de gerilim dozunun zirve yaptığı anlara sahne oluyor. Buna karşın Noomi Rapace’ın canlandırdığı Nadia rolü, filmin zayıf halkası olarak karşımıza çıkıyor. Başlarda güçlü kadın imajı çizse de Nadia zamanla Bob ve Eric arasındaki gerilimin kaynağı olmaktan öteye gidemiyor. Zaten Nadia ile Bob arasındaki ilişkinin daha çok insanın dünyadaki yalnızlığına atıf yapan dini söylemlere yönelik bir çabayla oluşturulduğunu söylemek mümkün. Filmin ahlakçılık oynadığı tek alan olan bu ilişkinin çatısı daha iyi kurulabilirdi.
Senaryosundaki bazı sorunlara rağmen film, atmosferi ve olay örgüsü ile oldukça iyi işliyor ve merak duygusunu bir an olsun düşürmeyerek kaliteli oyuncularının da katkısıyla iyi bir dram-gerilim melezi sunuyor.
Yazar Puanı
Puan - 75%
75%
Senaryosundaki bazı sorunlara rağmen film, atmosferi ve olay örgüsü ile oldukça iyi işliyor ve merak duygusunu bir an olsun düşürmeyerek kaliteli oyuncularının da katkısıyla iyi bir dram-gerilim melezi sunuyor.