Normalde mayıs ayının ilk haftasında sinema dünyasının gözü, programı büyük oranda şekillenmiş Cannes Film Festivali’ne çevrilir ve Altın Palmiye yarışında kimlerin öne çıktığı konuşulmaya başlanır, bir yandan da hangi filmin Croisette’in ağır eleştiri toplarından kaçıp kendini Venedik Film Festivali’nin ılımlı sularına bırakmayı umut ettiği tartışılırdı. Böylelikle de esas olarak Venedik sonrası başlayan ödül sezonu ile ilgili ilk kıvılcımları yakılmış olurdu. Ta ki bu yıla kadar… Özellikle son iki ayı normallerin dışında ilerleyen ve en azından bir süre daha böyle olacak gibi görünen 2020, diğer tüm sektörler gibi sinema için de olağandışı bir dönemi simgeliyor. Gerçekleşemeyen ya da geleceği hâlen belirsiz olan festivaller, vizyon tarihi ertelenen filmler, kapalı salonlar… Sinemanın yeni gündemi işte bunlar. İnsan sağlığının belki de hiç olmadığı kadar tehlikede olduğu günlerde olması gereken de bu zaten.
Alınması zaruri kararlar, sinemanın yakın ve uzak geleceğine önemli etkilerde bulunacakmış gibi görünüyor. Sektörün küçülmesi gibi makro ölçekli etkilerden yönetmenler, senaristler, set emekçileri ve daha nicelerine uzanan mikro etkiler muhakkak uzun vadede kendisini gösterecek ki bunlar çok daha farklı bir yazının konusu. Beyazperdenin güncel hâlinden yakın dönemde en fazla etkilenecek olgu ise ödül sezonu hiç kuşkusuz. Keza Akademi’nin geride bıraktığımız haftada 2021 Oscarları’na dair bazı kararlar almış olması da bunun bir göstergesi. Maddeler arasında en dikkat çekici olanı, vizyonu es geçip direkt olarak online mecralarda seyircinin beğenisine sunulacak filmlere Oscarlar’da yarışma yolunun açılmış olması. Yalnızca içerisinde yer aldığımız seneye özgü olup sinemaların açılacağı güne kadar geçerli kalacak karar, vizyon günü almasına karşın koşullar nedeniyle tercihini sanal ortamlardan yana kullanan filmler için geçerli. Dolayısıyla doğrudan online prömiyer yapan Extraction ya da Bad Education gibi yapımlar değerlendirme dışında kalıyor ki bu durum, Akademi’nin zorlu koşullar altında bile sinema deneyimini yücelttiğini gösteriyor.
Vizyona Girmek mi Yoksa Girmemek mi; İşte Tüm Mesele Bu
Gelgelelim böylesi bir uygulamanın yürürlüğe girmiş olması, yapımcıların ya da şirketlerin filmlerini gönül rahatlığıyla vizyondan çekmesine önayak olmayacak, en azından kısa vadede. Keza şimdiye dek yalnızca Judd Apatow’un yönettiği The King of Staten Island’ın sinemalardaki gösteriminden tamamen feragat edildi; ki şahsen merakla beklesem bile filmin gerek Oscarlar gerekse de ekonomik boyuttaki karşılığı nispeten düşük seviyelerde. Yeşil Şövalye – Green Knight’ın yönetmeni David Lowery ise daha pek çokları gibi, ne yapması gerektiğini henüz kestiremiyor ve en azından bir süre daha beklemek niyetinde. Diğer tarafta Tenet gibi ödül sezonu içinde kendini göstermesi beklenen dev bütçeli filmler var; ki bunların, büyük oranda ekonomik kaygılardan ötürü, vizyonu es geçmesi ihtimaller dâhilinde bile değil. Sinemaların ne zaman açılacağının belirsiz olması, açılsa bile sosyal mesafelenme nedeniyle kapasitesinde gözle görülür bir düşüş göstereceği ve belki de en önemlisi seyircinin salonlara dönmeye ne kadar hazır olduğu soru ve sorunlarının cevabının henüz kimsede olmaması da cabası. Dolayısıyla yüksek gişe beklentisi olan filmlerin, kendi bütçelerini karşılamak adına gerekirse bir yıl bile bekleyeceklerini söylemek pek de abartı olmaz. Hâlihazırda sinema deneyiminin büyük bir destekçisi olan Christopher Nolan’ın, Tenet’ı Temmuz ayında vizyona sokacağı ve hatta kimilerine göre sinema endüstrisini kurtaracağı görüşü, bu bakımdan epeyce iyimser. Bununla birlikte genellikle ödül sezonunun iddialı filmlerinin sinemalardaki yerini aldığı kasım ve aralık takvimlerinin, vizyon tarihi ötelenen yapımların etkisiyle şimdiden yoğunlaştığını ve olası diğer ertelemelerle birlikte daha da sıkışacağını belirtmekte fayda var. Dolayısıyla sonbahar ve kış aylarında sinemalar en azından film gösterecek konuma gelse bile, azalan kapasitelerin de etkisiyle, bazı yapım şirketlerinin 2021 Oscarları’nı es geçme opsiyonunu kullandıklarını görebiliriz.
Filmlerin olabildiğince fazla seyirciye ulaşması ve maddi gelir elde etmesi, madalyonun tek bir yüzü. Ödül sezonu dâlinde başarıya ulaşmak, bu iki faktör kadar katılacak önemli etkinliklere, sıkılacak ellere ve sosyal medya etkileşimlerine de dayanıyor. Her ne kadar başarılı bir film olsa bile reklam çalışmalarıyla ABD’de popüler bir filme dönüştürülen Parazit – Gisaengchung, bunun en yeni ve çarpıcı örneği. Filmler vizyona girse bile reklam kampanyalarının alışılmış şekilde yapılması çok ama çok küçük bir ihtimal ki yapımcıların bu faktörü oldukça önemsediği de aşikâr.
Öte yandan gelişmelerden ve Akademi’nin son uygulamasından en az zarar görecek, hatta büyük ihtimalle bunları bir fırsata çevirecek olan bir taraf da var: Başını Netflix’in çektiği online yayın platformları. Bir süredir En İyi Film Oscarı’nı kazanmak için büyük çaba gösteren Netflix, ödül sezonunda iddialı olabileceği konuşulan Da 5 Bloods‘ın yayın tarihini belirledi bile. Hem Cannes’daki olası prömiyerinden hem de vizyonundan vazgeçilen Spike Lee imzalı filmin, gösteriminin ardından alacağı reaksiyonlar, ödül sezonunun bu yılki geleceğine dair önemli doneler verebilir. Yanı sıra HBO, Apple ve Disney’in de aynı yoldan gidebileceğini öngörebiliriz. Kendi prodüksiyonlarını hayata geçirmek konusunda henüz tam anlamıyla aksiyona geçmeyen bu şirketler için bağımsız filmlerin haklarını almak daha muhtemel bir seçenek. Fakat böylesi bir satışın vuku bulması için yönetmenlerle birlikte -eğer varsa- yapımcıların da, festival prömiyerinin yanında sinema gösterimlerinden de tamamen vazgeçmesi gerekiyor ki şimdilik iki tarafın da biraz daha bekleme taraftarı olduğunu pekâlâ söyleyebiliriz.
Ödül Sezonunun Vazgeçilmez Parçası Film Festivalleri
Gelelim ödül sezonunun olmazsa olmazı film festivallerine. Yönetmenlerin 15 Günü gibi paralel seçkileri iptal olan Cannes Film Festivali şu an için askıdayken ödül mevsimine yadsınamayacak etkileri olan Venedik, New York, Toronto ve Tribeca’nın gerçekleşme ihtimalinden hâlen bahsediliyor. Tribeca özelide, kentin tüm sakinlerine test yapılması ve daha az katılımlı gösterimler düzenlemek adına festivalin bir gün uzatılması gibi etmenler sayesinde olabilecek en fazla sayıda sinemacıyı konuk etme planından söz edilse bile bu, oldukça iyimser bir tahmin. Kaldı ki salgının çok daha ağır seyrettiği şehirlerde düzenlenen diğer dört festival, gerçekleşse bile katılımcı sayısının dipleri göreceği ve seçkisinin fazlasıyla kısıtlı kalacağı aşikâr. Online bir festivali reddeden Venedik’in aksine New York, Toronto ve Tribeca festivallerinin yönetimleri, fiziksel ve çevrimiçi mecralarının bir arada olacağı ya da tamamen sanal olarak düzenlenecek bir etkinliğe sıcak bakıyor. Gelgelelim gerek yönetmenler gerekse de yapımcılar; online olarak düzenlenecek bir seçkide prömiyer yapmanın kendileri adına hiçbir yararı olmadığı, festival yönetimlerinin bunu sinemacılardan ziyade kendi varlıklarını devam ettirmek ve seyirciyi çekmek için yaptıkları görüşünde. Keza büyük festivallerde ilk gösterimini yapan filmlerin, çıkışını eleştirmenler kadar kendisini sinemada deneyimleyen seyircilerin geri dönüşlerinden aldığı sır değil. Parazit’in Fransa topraklarında başlayan ivmesini okyanusun ötesine taşıyıp Dolby Tiyatrosu’nda nasıl bitirdiği, hâlâ akıllardaki tazeliğini koruyor. Dolayısıyla hem sinema profesyonelleri hem de seyirciler için tekil deneyimler vadeden böyle bir festival, filmin arkasına alacağı muhtemel rüzgâr kadar dağıtımcılar tarafından es geçilmesine neden olabilir ki bu, yönetmenlerin hiç de istemediği bir tablo. Öte yandan festivaller özelindeki derin açmaz, çıkışını çoğunlukla bu sayede yapan Avrupa ve Uzak Doğu sinemalarına daha büyük darbeler vurabilir. Son yıllarda dünya sinemasına daha fazla yer vermek amacıyla çalışmalar yapan Akademi’nin, uluslararası filmlere dair aldığı online bir festivalde bile olsa prömiyer yapmanın yeteceği şartı da, darbeyi hafifletecekmiş gibi görünmüyor. Online yayın platformlarının bünyesine katılmak her daim bir seçenek fakat Netflix’in, Atlantique örneğinde olduğu gibi, alımları festivallerdeki fiziksel oturumlar sırasında yapıyor olması önemli bir sorun teşkil ederken; tercihini yerel platformlardan yana kullanan yönetmenlerin ise filminin görünürlüğünden büyük bir taviz vereceğini pekâlâ söyleyebiliriz. Sonuç olarak Amerikan sinemasının Oscarlar’ı tamamen domine ettiği, hatta uluslararası film kategorisindeki adayların bile zayıf kaldığı bir ödül sezonu tecrübesi yaşayabiliriz.
Tüm hengâme içerisinde aralarında Paul Schrader’ın da yer aldığı kimileri, Netflix ve Amazon gibi yayın platformlarının öncülüğünde büyük festivallerin seçkilerine yer veren devasa bir etkinliğin bu dilemmayı çözebileceğini öne sürüyor. Netflix’in ve yüksek ihtimalle Amazon’un sevinçle karşılayacağı öneriye festivallerin pek de sıcak bakmayacağını kestirmek güç değil. Ancak kim bilebilir ki. Zor zamanlar beklenmedik çözümlere önayak olabilir.