Yazar: Hazan Özturan

İllüstrasyon: Cenk Güngör

Günümüzde sinema ve dizilerde LGBTİ+ temsilinden bahsederken, karakterlerin doğrudan LGBTİ+lar olması gibi bir beklentiye sahibiz. Oysa yıllarca kuir sinemacılar, doğrudan temsil imkânlarını kısıtlayan heteroseksist düzenin etrafından dolanabilmek için oldukça kuvvetli stratejiler yarattı. Kimi zaman bilinçli olan bu tercihler, kimi zaman bilinçsiz olarak yaratıcılarının elinde şekillendi. 1999 yılında Wachowski’ler Matrix’i yarattıklarında, kendileri dâhil kimse bunun cis-seksist ve heteroseksist topluma yöneltilmiş kocaman bir eleştiri olduğunun farkında değildi. Fakat iki kardeşin trans deneyimleri, çoklu-ayrımcılıklara dair çok güçlü bir başkaldırı olan metaforik bir evren yaratmıştı. Watchowski’ler 2015 yılında Sense8’le karşımıza çıktığında, trans olarak açılmalarının getirdiği dönüşümle birlikte yepyeni bir anlatım tarzıyla karşımıza çıkmışlardı. Bu örnekten de anlaşılacağı gibi kuir deneyimlerin sinemaya yansımalarının farklı ama güçlü sonuçları var.

“Gökkuşağı kapitalizmi”nden bahsedebildiğimiz günümüzde, eskisinden farklı dinamikler işliyor. Türkiye ile bağları olan ve LGBTİ+ların bizzat varoluşlarının yasaklanmaya çalışıldığı bir toplumun mensupları olarak bizler ise bu dinamikleri çok karmaşık biçimlerde deneyimliyoruz. Bir yandan saçma temsillere bir “dur” demeye çalışırken, bir yandan da bu temsilleri sürekli olarak talep edip, nadiren bu alanda dişe dokunur kazanımlar elde edebiliyoruz. Yerelde popüler kültür üreticileri olarak çeşitli yapı-sökümler yaparak bu temsilleri taştan çıkartmaya çabalarken, bunun ana akım temsillerle ilgili kısmının gitgide daha nostaljik anları içeren bir eylem olduğunu da fark etmemek pek de mümkün değil.

Bu noktada “Yine Yeni Yeniden 90lar” podcast serisinin nev-i şahıslarına münhasır ikilisi İlker Hepkaner ve Sezgin İnceel’in Alexander Doty’nin “queer moments” kavramına dair “muğlak anlar” Türkçeleştirmesini oldukça yol gösterici buluyorum. “Muğlak anlar”, bu bağlamda esas konusu LGBTİ+ların temsilleri olmasa bile, normun dışına taşan, egemen kültür üretim alanlarında oluşan küçük sapmaları anlatan bir kavram. Bu anların oluşmasında LGBTİ+lar aktif süreçler oynamış veya oynamamış olabilirler. Bu yazıda üzerine eğileceğimiz Foul Play filmi, üretim aşamasında aktif olarak kuirlerin yer aldığı ve kuir temsili için alışılmışın dışında araçlar icat ettikleri bir örnek olacak.

“Muğlak anlar” teriminden özgün çevirileriyle faydalanmak için İlker Hepkaner’le iletişime geçtiğimde, kendisinin “Sanat Dünyamız”ın Mayıs-Haziran sayısında taptaze yayınlanan “Ah Firuze: Türkiye’de 80’ler Kitle Kültürünün Kuir Anlamları” makalesinden de haberdar olmuş oldum. Hepkaner bu yazı çerçevesinde, “İstiyorum” (1989) ve “Bu İkiliye Dikkat” (1985) filmlerinin yanı sıra Sezen Aksu’nun en kült eserlerinden “Firuze” şarkısını bir kuir okumaya tabii tutuyor. Bu okumayı ise okuyucuya şu şekilde takdim ediyor: “Kitle kültüründeki ürünlerin her anlamı heteronormatif değildir, kimi eserlerin queer anlamları da vardır. Queer okumalar, kitle kültürünün bağrından kopup gelen eserlerin anlamlarına ek, ikincil bir anlam önermezler. Bu okumalar anlamın çeşitliliğini arttırır ve ortaya çıkan anlamlar arasında hiyerarşi kurmaya da gerek yoktur. “

Foul Play filmi de tam olarak 70’ler Birleşik Devletler sineması çerçevesinde bunu mümkün kılan bir yapım. Steven Paul Davies, “Eşcinsel Sineması Tarihi: Sinemada Görünür Olmak” kitabında bu durumun altını çizmiş: “[…]70’lerin en komik filmlerinden biri olan Foul Play’de (1978) ise, her şey -San Fransisco, eşcinsel disko müziği ve sauna- bir eşcinsel erkeği çağırır ancak filmde eşcinsel bir karakter yoktur! O dönemde pek çok şeyde olduğu gibi bu konuda da bir filmi eşcinsel filmi olarak görebilmeniz için işin iç yüzünü de bilmeniz gerekiyordu. Çoğu insan bilmiyordu. Film büyük bir başarı elde etmiştir; Goldie Hawn’ın gişe hasılatını düzeltmiş, Chevy Chase ve Dudley Moore’un kariyerlerini yıldızlık mertebesine taşımıştır. Günümüzde, insanlar açısından filmin eşcinsel duyarlılığını benimsemek çok daha kolay ve zaten çok sayıda insan Colin Higgins’in filmini Hitchcock’a eşcinsel bir saygı duruşu olarak yorumlamaktadır.” Kitap, bu alıntının devamında Higgins’in benzer eşcinsel çağrışımlara sahip bir başka eserin, Harold and Maude’un da senaristi olduğunu anımsatıyor ve Higgins’in en başta bu filmi eşcinsel bir aşk hikâyesi olarak kaleme alıp değiştirdiğini anımsatıyor. Ben de kendisinin bir diğer kült yapım olan “9 to 5”ın ardındaki yaratıcı zeka olduğunu anımsatmak isterim.

Higgins, 1985 yılında HIV tanısı aldığında açık bir eşcinseldi. 1986 yılında ise eşcinsel ve trans gençlerle dayanışmayı amaçlayan ve AİDS müdahale programlarını destekleyen Colin Higgins Foundation’ı kurmuştu. 1987 yılında ise AİDS’e bağlı bir hastalıktan dolayı hayatını kaybetti. Geride bıraktığı miras, aralarında Wes Anderson ve Paul Feig gibi isimlerin de bulunduğu pek çok sinemacıya ilham verdi. Bugün Higgins’in eserlerine baktığımızda, döneminin ötesinde bir referans zenginliğiyle karşılaşıyoruz. Popüler kültürden sinema tarihinin önemli anlarına kadar erişen bu referans zenginliğinin gücünü kuir anlatının verili sınırların dışına taşma imkânlarından aldığını savunmak hiç de zor değil. Foul Play filmini mercek altına alarak, bu imkânlar üzerine tartışmanın günümüzde hala yeni araçlar yaratabileceğini düşünüyorum.

Geçmişten Günümüze LGBTİ+ Temsillerine Bakışın Dönüşümü

Geçmişteki kuir temsillere baktığımız zaman, günümüzden farklı stratejiler ve dayanışma mekanizmalarıyla karşılaşmamız pek şaşırtıcı değil. Eşcinsel kültürün maruz bırakılmaya çalışıldığı sansürler, bunların etrafından dolanmayı mümkün kılacak mekanizmaların da icat edilmesine yol açmıştı. Fakat bu kültürün içinde yetişmeyenler, basitçe “eşcinsellik” olarak gördükleri şeyin politik sınırlarının esnekliğini ve kapsayıcılığını çok da fark edemeyebiliyordu. 90’larda akademide resmi olarak kullanılmaya başlayan “Queer Teori” kavramı, 80’lerde gündelik kullanıma çoktan girmişti. Siyah akademisyen Kimberlé Crenshaw 1989’da “kesişimsellik” kavramını kullanmaya başlamış olsa da, proleterya kökenli, siyah ve pek çoğu heteroseksüel de olmayan Combahee River Collective’in 1977’deki manifestosuna baktığımızda, kesişimsellik fikrinin çoktan orada olduğunu görebiliyoruz. Kuir politik kimlikler, henüz kimse fark etmeden de oradaydı ve siyahların, LGBTİ+ların, kadınların, işçilerin ve diğer azınlıkların direniş alanlarında hem sembolik hem de reel dayanışmalar yaratıyordu.

Foul Play, bir zamanlar kuir sinemacıların bu alanlardan nasıl beslendiğini ve içinde bulundukları koşulları nasıl büktüklerini görmek için verimli bir saha. Bunlardan ilki, Foul Play’in açılış jeneriğinde hemen karşımıza çıkan, Barry Manilow’un “Ready To Take A Chance Again” şarkısı. Banilow, 2017 yılında 73 yaşında gay olarak kamuya açılmış, 2014 yılında ise 37 yıllık partneriyle evlenmiş bir eşcinsel müzisyen. Her ne kadar tüm dünyaya açık olmasa da, çevresinin eşcinsel olduğunu bilmesinin yarattığı bu dayanışma, filmin En İyi Orijinal Şarkı kategorisinde Akademi Ödülleri’ne aday olmasını sağlayan bir imkân yaratmış.  Filmdeki şarkı seçimlerinde, dönemin eşcinsel kültürüne sürekli göz kırpıldığını fark ediyoruz. Banilow’un pek meşhur Copacabana şarkısı dışında bir başka gay ikonu olan Caroline King’in “I Feel the Earth Move” şarkısı bu seçimlerin rastgele yapılmadığını tasdikliyor. 40 küsur yıl sonra popülaritesinden hiçbir şey yitirmeyen, bir gay marşı olarak da kabul edebileceğimiz Bee Gees’in “Stayin’ Alive” şarkısı da filmin müzik seçkisinde.

Filmin önemli sahnelerinden biri, San Fransisco’nun kent sembollerinden biri kabul edilen NUART sinemasında geçiyor. NUART, sinema tarihinin gelmiş geçmiş en önemli drag queen‘i olan Divine’ın kariyerine ciddi katkılar sunmuş, LGBTİ+lara nefer alma alanını sıklıkla yaratmış bir yer. Bunun haricinde kurgusal olarak yaratılmış Twosome isimli kulüp ve “Venus Pleasure Garden” isimli masaj salonu, yine LGBTİ+ların ve seks işçilerinin alt kültür olarak kendilerini var ettikleri mekânlar olarak filmin akışına, seyircinin çok da gözüne sokmaksızın, doğal birer etmen olarak yedirilmiş durumdalar. Bir komedi unsuru olarak kullanılmış Stanley karakteri ekseninde ise mahrem-kamusal ikiliğine itilen bireylerin eşcinsel-heteroseksüel diye sınıflandırılamayacağı fikriyle oynanıyor. Keza Stanley’nin opera şefliği gibi, toplumsal statüsü yüksek bir konumda olmasına karşın evindeki “dolapların” ardına sakladığı bir cinsel kimliği var. Stanley’nin evine baktığımız zaman standart bir ev görürken, evde bir kapının ardına saklanabilen her şey kırmızı, ışıklı ve cinsel çağrışımlı muzırlıklarla dolu. Genel ahlakın dışına taşan cinsel meraklarının olduğunu ve bunlara yatırım yaptığını, disco müziğiyle etkileşiminin homoerotik tandanslar yarattığını fark etmek de filmin seyrinde “muğlak anlar” yaratıyor.

Normalde, bir eserdeki “muğlak an” kontenjanının sınırlı olmasına aşina olsak da, komedi olmanın da getirdiği avantajla filmde pek çok muğlak an var. Hatta zaman zaman RuPaul’s Drag Race’ten fırlama gibi duran kelime şakaları, görsel dokunuşlar içererek zaman algınızla oynuyor. Ana karakter Gloria’nın uyuşturucu kullanabiliyor olma ihtimali farklı karakterler tarafından sıradan bir şeymiş gibi birkaç kez gündeme getiriliyor. Benzer şekilde, Gloria’nın ev sahibinin evcil hayvanı, serbest dolaşan ve bir sahnede gerçekten de kıs kıs gülen bir yılan. Beraber Scrabble oynayan iki yaşlı kadının, önemli bir kovalamaca sahnesinin tam ortasında, hiçbir şeyin farkında olmadan oldukça lakayıt bir şey edasıyla oyun tahtasına küfürler yazdıklarını görüyoruz. Çok alakasız biçimlerde karakterler kimi erkeklerin göz makyajı yapması veya külotlu çorap giymesi gibi detaylardan bahsediyor. Chewy Chase’in karakteri Tony, iş arkadaşı Fergie’yle şakalaşırken flörtleştiğinde, Fergie’nin homofobik tepkisinin bile düşük dozlu olduğunu ve Tony’nin bunu hep yaptığını anlıyoruz. Kısacası Higgins’in yarattığı evrende, o günün günlük hayatında normalleşen kuir bakışlar, Hollywood ahlakçılığına sızabileceği çatlaklardan geçmeyi başarıyor. Higgins, sürekli olarak türlü fobik şakalar ve kuir bir espri anlayışı arasında jonglörlük yapıp, büyük ölçüde fobik olmayan tarafa düşmeyi başarıyor. Daha 10’lu yaşlarına varan pek çok yapımın bu konudaki beceriksizliğini düşündüğümüz zaman, bu muazzam bir başarı. Filmin evreni, kuir temsillerin bireysel olarak taşınabilecek yönelim ve cinsel kimliklerin ötesinde olduğunu da aktarmanın yöntemlerini icat etmiş durumda. Azınlık temsillerine dair ayrımcı fikirlerle filmin sürekli derdi var. Lakabı “cüce” olan bir kişiden dolayı ortaya çıkan yanlış anlaşılma, yaşlı karakterlerin temsilleri, kadınlar arasındaki dayanışma ve öz savunma temalı konuşmalar, her zaman başarılı olmasa da etnik temsillere dair bir kaygının olması filmi o dönem ana akım olan pek çok komediden farklı bir yere konumlandırıyor.

Tüm bunların ötesinde, heteroseksüel ve türlü kötülükle boğuşan ana karakterlerle gayet keyifli bir yolculuk sürdürürken, “düşmanın” motivasyonunu öğrendiğimizde, Higgins’in içten içe hep o tarafa biraz daha yakın olduğunu fark ediyoruz. Keza kötümüz Delia Darrow, filmde parçası olduğu mücadelenin “organize dinin gerçek ruhaniliği gölgede bırakmasına ve kilisenin vergi soygununa yönelik önce barışçıl yollarla açılmış bir savaş” olduğunu anlamamızla birlikte şunu söylüyor: “Bize saldırdılar, güldüler ve son olarak hapse attılar. Ama tam da orada, o cehennem çukurunda aklımın bağlı, ruhumun zincirli olduğu o yerde şunun farkına vardık: radikal bir değişim yaratabilmenin yegane yolu, tarihin de kanıtladığı patika olan şiddettir.”

Higgins’in anlatısı, bu önermenin son kısmına aslında tamamen inanmadığını anlamamıza yardımcı oluyor. Gerek yönetmen, gerek senarist konumundan filme yaptığı kimi dokunuşlar, radikal bir değişiklik için bir başka yol daha olduğunun farkında olduğunu gösteriyor. Filmin sonunda, Papa’nın, orada bulunmaması gereken bir hetero çiftin bağlamdan bağımsız olarak karşısında belirip öpüşmesini muazzam bir şevkle karşılaması ve filmde bütün salonun ona ayak uydurması, Hollywood’un ondan beklentilerini aktaran mükemmel bir alegori hâline geliyor. Higgins, aynı şekilde neredeyse filmin tamamı boyunca film kuramlarının birer kalıp hâline gelmiş fikirleriyle oynayarak hem gerilim, hem komediyi canlı tutmayı başarıyor ve böylelikle, radikal bir değişime giden kırılmaların, esasında kültür alanından geçtiğine inandığını hiç kelime kullanmadan aktarmış oluyor.

Foul Play’den yola çıkarak Higgins sinemasından bugün ilham almamız gereken nokta şu: Sinemada kuir temsillerin nasıl yaratılacağı konusunda yaratıcı davranmak, çok iyi bir kültürel mücadele stratejisi. Dizi ve filmlerde açık LGBTİ+ karakterler görme talebi, bunu destekleyen bir kurgu evren olmadığı sürece güçsüz ve eklektik temsiller yaratabiliyor. Hatta bu yazı sırasında fark ettik ki, bazen LGBTİ+ları doğrudan sahne önünde görmeden de güçlü kuir evrenler yaratmak mümkün. Bu elbette lubunya senaristlerin ve yönetmenlerin deneyimleri çerçevesinde ortaya çıkabilecek, yapay karakter inşaalarıyla değil de gerçek temsillerle mümkün olabilecek bir taktik. Suni olarak üretmesi pek de mümkün olmayan, ancak ve ancak kuir deneyimlerin parçası olabilecek bir imkân. Sansür mekanizmalarının topyekün üzerimize saldırdığı günümüz Türkiye’sinde, kamera önünde de LGBTİ+ temsilleri görme talebi elbette çok değerli. Fakat kimi markaların lubuncayı kamuya açmaya çalışacak kadar lubunyaların güvenliğini ihlal etmeye yeltenebildiği bu ortamda, görünürlükle beraber güvenli alanları yaratmak ve onları muhafaza etmek üzerine de düşünmeliyiz. Yaratmaya çalışılan yüzeysel görünürlüklerin ve kötü temsillerin bedelini her zaman hayatta kalma mekanizmaları ifşa edilen LGBTİ+lar ödemek durumunda kalacak. Gündelik deneyimlerimizden özünü alan kimi “muğlak anlar”, yalnızca doğrudan bir mesaj vermek amacının ötesine geçen, sistemde kalıcı sızıntılar yaratan, gücü küçümsenen çok güçlü araçlar.

Türkiye sinema-dizi sektörü öznelinde, tümüyle açık bir karakter yaratmak veya tümüyle sansürlenmek şeklindeki iki ucun dışında kalan stratejilere de odaklanmamız gerektiğini düşünüyorum. Kuir anlatıları lubunyaların eline teslim etmemiz gerekiyor. Bireysel olarak açılabilenlerimizin beyazperde ve beyazekrandaki temsillerde açılamayan, güvenli alana sahip olmayanları da düşünüp, üretim süreçlerinde kollaması gerekiyor. Bunun için de benzer dertlerle boğuşmuş Higgins sinemasının bir yol gösterici olarak ilham verici olabileceğine inanıyorum.

Daha yazı yok.
Filmloverss.com size daha iyi hizmet sunmak için çerezleri kullanır. Sitede gezerek çerezlere izin vermiş sayılırsınız. Ayrıntılı bilgi close-cookie-information