“Toplumları kapsadıkları, benimsedikleri ile dışladıkları­nın zıtlığı içinde okumak mümkündür. Yani evet dedikleri ka­dar, hayır dediklerinin de doğrultusunda. Her toplum kendini belli kodlara göre şifreler; bu kodların o toplumun kendini algılaması içindeki anlam ve yerlerini ortaya çıkartmadan, ilgilenilen toplumun şifresini çözmek mümkün değildir.”

Michel Foucault, Deliliğin Tarihi

Baştan belirteyim: geleneksel bir ikinci sezon incelemesi olamayacak bu, hem sitede La Casa de Papel üzerine ilk defa konuşacağımız için, hem de dizinin kendi formatının “sezon”dan ziyade “kısım” formatında olmasıyla beraber böyle bir seçim yaptım. Üstelik üzerine çok uzun düşünülmüş başarılı bir senaryo, dizinin onay alan 3. sezonunda yerini neye bırakacak bilmediğimiz bir dönemde tam da buraya çizgi çekmek faydalı olacaktı.

***Yazının bundan sonraki bölümü La Casa de Papel 2. sezon ile ilgili keyif kaçırıcı detaylar (spoiler) içerebilir.***

La Casa de Papel: 2. Sezon: Aşkla Deliliğin Tarihsel Flörtüne Güzelleme

LA_CASA_DE_PAPEL_sezon-2-filmloverss

Sol’un kollektif hafızasından beslenen etmenlerle dolu yapımlar, yüzü bu denli sağa dönmüş bir dünyanın sakinlerini ironik bir biçimde her zaman ekranlara kitliyor. La Casa de Papel de, daha önce “Direniş Filmleri, Direnmeyelim Diye Mi Var?” yazısında mercek altına aldığım bir alt-türün son örneği. Yalanım yok, bu yapımların var oluş gerekçelerine olan eleştirel yaklaşımımı rafa kaldırırsak, bu tarz yapımların büyük takipçisiyim. Bana sorarsanız, biraz ikiyüzlülük, biraz umut arayışındaki izleyicinin sığınma arzusu olan davranış kalıplarına cevap veren bir türün temsilcisi olarak La Casa de Papel’in en iyi yaptığı işlerden biri bu. Daha birinci sezondan belli taktikleri izlerlerse halkın soyguncuların yanında olacağı söylemi profesörün ağzından çıktığından beri, La Casa de Papel hedef kitlesini gayet iyi analiz ettiğini ortaya koyuyor.

Siyasi alanlarda yaşanan çelişkiler, çatışmalar ve anlaşmazlıkları çok az yapım klişelere düşmeksizin (ihanet, baba katli vs. gibi temaları klişe olarak adlandırıyorum) kompleks bir model olarak almayı denemiştir. Fakat entrikalar, beklenmedik aşklar yüzünden gelişen olay akışları, İspanyolca konuşulan yapımlarda (daha çok Latin Amerika çıkışlı telenovelalarda olsa da, genelleme yapmak pek de yanlış olmaz) çok aşina olduğumuz bir tema. La Casa de Papel’in büyük başarısı, bu ikisini karıştırmaktaki yeteneğinden geliyor. Özellikle dedektifle profesörün aşkı -onları andığımız mesleklerle de istikrarlı bir analoji oluşturarak- başarılı bir sol ve feminist mücadelenin birlikte yürüttükleri politik dansın metaforu hâline gelmesiyle dizi bu denli gönüllerde taht kurdu. Bu iddiam başlı başına bir yazı konusu olduğu için şimdilik rafa kaldırıyorum. Anlatıdaki diğer aşk hikâyeleriyle beraber dizi, Athena’nın “Aşk nefrete ne yakınsınsın” serzenişini, delilikle harmanlıyor.

Dizinin bir anda fazla parlaması, diziyi seven kadar sevmeyenin de olmasına yol açtı kaçınılmaz olarak. Bu noktada kesinlikle dizinin biraz “overrated” olduğunu kabul etmek lazım. Herkes diziden bahsediyor diye diziye başlayanlar bu sebeple ilk keşfedenlerin aldığı tadı alamadı. Bu dizi kötü demek değil, bunda anlaşalım. Hatalar, eksiklikler, bölüm uzatmak için konulmuş sahneler var elbette. Üstelik Netflix versiyonu kesilip biçildiği için bize erişen versiyonu, amaçlanandan bir miktar farklı da. Vesselam, Amerikan yapımı olmayan, kendi sembolizmini İspanyol kültürüyle sulamış, büyük klişeleri özgün fikirlerle alaşım hâline getirip bundan ulusötesi bir ton çıkartan bir dizinin hakkını, sırf biraz fazla popülerleşti diye yememek lazım.

Bu yazıyı geciktirdiğim süreçte, dizi 3. sezon onayını aldı. Bu da kafamdaki seyri bir nebze değiştiriyor: çünkü bence dizinin iddiasını uzun yıllar korumasını sağlayacak çok ayarında bir finalle gelmişti veda. Diziyle ilgili en önemsediğim meselelerden biri, nasıl bir final yapacağı olduğundan şu an bir bilinmezliğe düştüm. Çünkü ikinci sezon finali bende uzun yıllar devam eden bir dizinin final bölümünün tadını bırakmıştı, ki La Casa de Papel’in tazeliği düşünülünce o tadı almak hoş bir deneyimdi. Sevdiğim diziler için “keşke burada bitse” kolay kolay kurabildiğim bir cümle olmasa da, şu an rasyonel taraflarım beni bunu söylemeye itekliyor. Umarım haksız çıkartılırım.

Sonuç olarak bu sezon da iki sezondur “Çav Bella” diyerek veda ettiğimiz La Casa de Papel’le yolları henüz tamamen ayırmadık. Vesselam hiç sevmediğim, ama çoğu izleyicinin favorisi olan tecavüzcü Berlin, yolculuğun devamında yok diye fazlasıyla sevinçliyim.

Büyük bir soygun hikâyesi gibi dursa da, aslında aşkın ve deliliğin edebi ve sinematografik anlıtısının son versiyonundan La Casa de Papel’in ikinci sezonuna vedamı Foucault’yla başlatmışken Nietzsche’yle bitirmek istiyorum:

“Beni fena yapan şey kalıtsal değil, bana bu enfeksiyonu tarih bulaştırdı. Ama sizi temin ederim ki, ben de ona hastalık bulaştırdım.”

F. Nietzsche, Mort Parce Que Bête

Daha yazı yok.
Filmloverss.com size daha iyi hizmet sunmak için çerezleri kullanır. Sitede gezerek çerezlere izin vermiş sayılırsınız. Ayrıntılı bilgi close-cookie-information