İstanbul, tarih kitaplarından da bildiğimiz gibi üzerinde birçok farklı medeniyetin yaşadığı bir şehir. Dolayısıyla neredeyse sonsuz bir kültürel mirasa sahip. Buna bir de sahip olduğu doğal güzellikleri eklersek, bu şehrin sinema için de bir cazibe merkezi hâline gelmesinin kaçınılmaz bir durum olduğunu daha net anlayabiliriz. Bir yandan da çok farklı yanlara sahip bir şehir İstanbul. Bir tarafta hayat mücadelesinin en zor hâlinin yaşandığı varoşlar, diğer tarafta son derece lüks mekânlarda zaman geçirmekte olan sınıf… Bir yanda yüzyıllardır süregelen saray geleneğinin dokusu, bir yanda da alınan göçlerle birlikte değişen kültürel yapı… İstanbul, bu kaotik ve cazibeli hâliyle, tarihin her döneminde yerli-yabancı birçok sinemacının ilgisinin çekmiş bir şehir. Bu fikirden hareketle mistik dokusu ve çarpık yapısıyla İstanbul’a farklı açılardan bakan 10 çarpıcı film listesini derledik.
Mistik Dokusu ve Çarpık Yapısıyla İstanbul’a Farklı Açılardan Bakan 10 Çarpıcı Film
İstanbullu Bakire – The Virgin of Stamboul (1920)
Freaks ve Dracula gibi filmleriyle adını korku sinemasının en önemli yönetmenleri arasına yazdıran Tod Browning’in imzasını taşıyan sessiz film The Virgin of Stamboul, bir camide cinayet işleyen Ahmet Bey’i ve bu cinayete şahit olduğu için Ahmet Bey tarafından kaçırılan genç dilenci kadının hikâyesini anlatıyor. Filmin en önemli özelliklerinden birisi, batıda yerleşmiş oryantalist İstanbul algısına hizmet etmemesi; bunun yerine, dönemin yaygın romantik macera filmlerine yakın bir üslupta çekilmiş olması. Bu bağlamda beyazperdenin bilinen ilk İstanbul temsillerinden birinin, neredeyse 100 yıl önce, bu şehre gayet makul bir yerden yaklaştığını söyleyebiliriz. Çekildiği dönem Universal’ın iddialı yapımlarından biri olan The Virgin of Stamboul’un, 1930’lu yıllarda çekilmiş ve yine bu şehirde geçen Secret of Stamboul ve Stamboul Quest gibi macera filmlerinin de öncülü olduğunu ayrıca söyleyebiliriz.
Ölümsüz Kadın – L’immortelle (1963)
Edebiyat tarihinde çok önemli bir yerde duran Yeni Roman anlayışının öncülerinden Alain Robbe-Grillet’nin, bu anlayış ışığında çektiği sinema filmlerinden olan L’immortelle, İstanbul’a yeni gelen bir Fransız’ı odağına alır. Bu adam, o dönem batıdaki birçok kişiye benzer şekilde, kartpostallardan, romanlardan hareketle zihninde haremlerle dolu oryantalist bir İstanbul fantezisine sahiptir. Bu şehirde gizemli bir kadınla tanışır ve sonrasında kadın ortadan kaybolur. Adam, bu kadının peşine düştükçe yavaş yavaş İstanbul sokakları -ya da adamın zihni- içinden çıkılamaz bir labirente dönüşür. Alain Robbe-Grillet’nin senaryosunu yazdığı, Alain Resnais imzalı Geçen Yıl Marienbad – L’année dernière à Marienbad’dakine benzer, rüyavari, gerçekliğin fantezinin içinde eridiği, yer yer gerçeküstücü bir mekân tasvirinin öznesi İstanbul’dur bu kez.
Topkapı (1964)
İstanbul, günlük hayatta zaman zaman unutsak da, neredeyse bir açık hava müzesi özellikleri taşıyan, görkemli ve sayısız tarihi zenginliklere sahip bir şehir. Hollywood ve Fransa’da son derece başarılı suç anlatılarına imza atmış Jules Dassin’in İstanbul’da çektiği Topkapı filmi de adını İstanbul’un en önemli tarihi yapılarından biri olan Topkapı Müzesi’nden alıyor anlaşılacağı üzere. Fakat bu yapı aynı zamanda filmin merkezindeki soygun girişiminin de odağı konumunda. Topkapı, bu müzede bulunan çok değerli bir hançeri çalmak isteyen uluslararası bir suç şebekesini konu alıyor. Dış çekimlerinin tamamı İstanbul’da çekilen yapım, bu şehrin tarihi güzellikleri ve mistik dokusunu heyecan verici bir maceranın merkezi hâline getiriyor.
Ah Güzel İstanbul (1966)
Atıf Yılmaz‘ın ve sinemamızın en önemli filmlerinden biri olduğunu kolaylıkla söyleyebileceğimiz Ah Güzel İstanbul’un merkezinde soyu saraya kadar uzanan İstanbul beyefendisi Haşmet Bey, bir Ege köyünden “artist” olma hayaliyle bu şehre gelmiş olan Ayşe ve bu ikili arasında doğan arkadaşlık vardır. Filmin, olayların geçtiği şehirle ilişkisini bir an olsun kesmeyen yapısı, bu karakterlerin de İstanbul üzerine söz üreten bir hâle gelmesinin önünü açar. Genel itibarıyla çok yoğun bir metne sahip olsa da Ah Güzel İstanbul’un tarihin ve medeniyetlerin beşiği olan bu görkemli kentin yaşadığı dönüşümü konu alır. Haşmet Bey “eski” İstanbul’dur, Ayşe ise “genç”, yeni fırsatlara gebe yüzünü temsil eder şehrin. İki karakter üzerinden koca bir şehre dair güçlü bir anlatı çıkaran Atıf Yılmaz’ın rejisindeki başarı, filmi Türkiye sinemasının en güçlü şehir temsilleri arasına sokmaya fazlasıyla yeter.
Karanlık Sular (1994)
Kutluğ Ataman’ın ilk uzun metrajlı filmi Karanlık Sular, günümüzden 25 yıl önce çekilmiş olsa da, hâlâ günümüzün İstanbul’una dair önemli sözler söyleme gücüne sahip bir yapım. İstanbul’un sermaye sahiplerince koca bir şantiye alanına çevrildiği, şehirde yaşayan halkın şehre dair söz söyleme hakkının elinden alındığı günümüzde, İstanbul’un sahibinin film olduğunu tartışmaya açan Karanlık Sular daha da değerli hâle geliyor diyebiliriz. Lakin Ataman, bu tartışmayı doğrudan politik ya da ekonomik bir düzlemde ele almak yerine, Türkiye sinemasında eşine az rastlanır bir sinema diliyle hayata geçiriyor. Korku ve fantastik sinema ögelerinin yoğunlukta olduğu, son derece karanlık ve yer yer fazlasıyla kafa karıştırıcı bir masal Karanlık Sular. Belki de tam bu sebepten İstanbul’un sinemadaki en çarpıcı ve “gerçekçi” temsillerinden biri.
Tabutta Rövaşata (1996)
Derviş Zaim’in ilk uzun metrajlı filmi Tabutta Rövaşata, Türkiye sinemasında yeni bir dilin oluşumuna önayak olan yapımlardan biridir. Bu yönelimdeki en belirgin özelliklerinden biri de İstanbul’un mekânsal temsiline getirdiği yeniliktir. Film, İstanbul’un en gözde konumlarından biri olan, boğazın kıyısındaki Rumelihisarı’nda yaşayan evsiz bir hırsız olan Mahsun’un hikâyesini anlatır. Şehrin simgelerinden biri olan İstanbul Boğazı, özellikle Yeşilçam döneminde lüksün, üst sınıfın yansıması olarak kendine yer bulur. Lakin Tabutta Rövaşata’da boğaz ve çevresi düşkünlerin, soğuktan korunmak için kendilerine sığınacak bir çatı arayanların mekânı olarak resmedilir. Mahsun ve çevresindeki hemen hemen herkes, kelimenin tam anlamıyla yersiz yurtsuzdur. Bu karakteri şehrin kendisiyle iç içe kadrajına alan Zaim, İstanbul’un, özellikle o dönem için, ezber bozan bir temsiline, düşkünlerine kucak açan yanına odaklanır.
Uzak (2002)
Sadece Türkiye sinemasının değil, dünya sinemasının da son yıllardaki en başarılı yönetmenlerinden olduğu su götürmez bir gerçek olan Nuri Bilge Ceylan, üçüncü uzun metrajlı filmi Uzak’ta kamerasını İstanbul’a çevirir. Önceki iki filminde, taşranın, o çevrede yaşayan bireylerin sıkıntılarına eğilen Ceylan, Taşra Üçlemesi’nin son halkasında bu filmlerdeki karakterlerden birini İstanbul’a getirir adeta. Yaşadığı Kasaba’da kendi için bir gelecek göremeyip İstanbul’a gelerek bir akrabasının yanından yaşamaya başlayan Yusuf’un merkezinde yer aldığı Uzak, İstanbul’un 2000’lerle birlikte aldığı hâli başarıyla yansıtır. Bu İstanbul’da taşradan büyük şehre gelenlerin bir kısmı kendilerini “kurtarmışlar”, bir kısmı ise şehrin çeperlerine, gecekondu mahallelerine itilmişlerdir. Ama Yusuf, bunun için bile geç kalmış gibidir. Onun geldiği İstanbul’un taşı toprağı altın değil, yığınların üst üste yaşadığı bir hengamedir. Bu hengame, Yusuf’u sürekli dışarı, uzağa itmektedir.
İstanbul Hatırası: Köprüyü Geçmek – Crossing the Bridge: The Sound of Istanbul (2005)
İstanbul’la ilgili kurulan en klişe cümleleri düşünelim: “Doğu’yla Batı’nın birleştiği şehir.” ya da “Farklı medeniyetlere ev sahipliği yapmış bir kent.” Fatif Akın imzalı belgesel İstanbul Hatırası: Köprüyü Geçmek, bu cümlelerin müzikal karşılığını arıyor bir bakıma. Efsanevi Alman grup Einstürzende Neubauten’in en önemli üyelerinden olan Alexander Hacke eşliğinde İstanbul’da bir yolculuğa çıkarıyor seyirciyi Fatih Akın. Şehrin birçok farklı noktasında, birbirinden çok farklı türlerde müzik yapan sanatçılarla karşılaşıyoruz. Selim Sesler’den Ceza’ya, Replikas’tan Müzeyyen Senar’a uzanan devasa bir müzikal çeşitlilik ortaya çıkıyor bu gezinti sonucunda. İstanbul Hatırası: Köprüyü Geçmek, şehrin çok kültürlü, tek bir kalıba sığmayacak eklektik yapısını çok özgün bir noktadan, müzikal dokusu üzerinden başarıyla anlatıyor.
Hayat Var (2008)
Reha Erdem, kendine has, büyülü gerçeklik sularında yüzebilen dünyalar kurmayı başaran bir yönetmen şüphesiz. 2008 yapımı Hayat Var da bunun en önemli yansımalarından biri. İstanbul Boğazı’nın kıyısında babası ve dedesiyle derme çatma bir evde yaşayan Hayat, şehrin varlığının neredeyse unutulduğu, boğazın gemi düdüklerinden ve gelip geçen gemilerden ibaret olduğu bir İstanbul’da yaşıyor. Kıtaları birbirine bağlamasıyla övündüğümüz İstanbul Boğazı, ona mavi sulardan ötesini sunmuyor. Böylesi bir İstanbul temsili, karakterin içinde filizlenen isyanında tetikleyici olarak işlev görüyor filmde. İstanbullu olmanın, refah sahibi olmakla eşdeğer olduğu günlerin geçmişte kaldığı, Hayat’ın dedesinin deyişiyle “Zenginlerin hepsinin dışarıdan” olduğu bir şehir artık burası. Reha Erdem Hayat Var’da, İstanbul’a dair genel kabulleri boşa çıkarırken, coğrafyanın bir his olarak karşılığını bulmaya dair göz kamaştırıcı bir başarıya imza atıyor.
Rüzgarda Salınan Nilüfer (2016)
Seren Yüce’nin Çoğunluk’la imza attığı başarının ardından çektiği ikinci uzun metrajlısı olan Rüzgarda Salınan Nilüfer’de İstanbul’un son yıllarda sinema perdesinde görmeye pek alışık olmadığımız bir kısmını görürüz. Çağdaş Türkiye sinemasının İstanbul’da konumlanan filmlerinde, şehrin daha çok arka mahallelerini, varoşlarını görmeye alıştığımız bir dönemde Yüce, kamerasını üst orta sınıfın günlerini geçirdiği Bağdat Caddesi gibi kesimlere yöneltiyor. Böylelikle ortaya çıkan anlatı da, arka sokaklardaki zor şartlarda geçen hayatlar yerine, mevzu bahis kesimin “plastik” yaşamları oluyor. Filmin merkezinde yer alan çekirdek ailelerin, kendilerini tanımlamak için birçok dış etmene ihtiyaç duyuyor oluşunu filme çok iyi yediren Seren Yüce, İstanbul’un “zengin semt”lerinde olan bitenlere dair nüktedan bir dil yakalıyor.