Amerikan sinemasında 90’larda var olmaya başlayan ve 2000’li yıllarda iyiden iyiye tuttunan, “Amerikan bağımsızı” ve Hollywood stüdyo filmi arasında var olabilen bir sinema anlayışı mevcut. Hatta abartıya başvurmadan diyebiliriz ki son 20 yılda ABD sınırlarından çıkan en iyi filmlerin büyük bir kısmı bu alandan geliyor. Bu alan çok da geniş bir alan: Coen Kardeşler’den Quentin Tarantino, Sofia Coppola, David Lynch ve bu yazının konusu Paul Thomas Anderson’a kadar uzanıyor. Sinemanın parlak çocuklarından olan PTA, bugün neredeyse elli yaşında ve her yeni filmiyle bizi şaşırtmayı, tartıştırmayı ve sinema tarihindeki yerini sağlamlaştırmayı sürdürüyor. Etkili senaryoları, bazı ders kitaplarına konu olmuş mizansenleri ve belki en çok da oyuncu yönetimi ile kendinden söz ettiriyor. Uncut Gems’i izlemek üzere olduğumuz bu günlerde, Adam Sandler’ın cevherini ilk keşfedenin, artık efsane olmuş aktör Daniel Day-Lewis’e hayatının rollerinden ikisini verenin, Joaquin Phoenix’in Joker’inde de etkili olduğunu düşündüğüm The Master’daki Freddie Quell karakterini yaratanın da Paul Thomas Anderson olduğunu hatırlamak gerekiyor.
Tüm bunlar bir yana, PTA ilginç bir şekilde hakkı tam verilememiş bir yönetmen olmaya da devam ediyor sanki. Oscar’lardan yana şansı pek gülmüyor. Bence bunun 2 sebebi var. Birincisi, heykelciğe en çok yaklaştığı ve Hollywood senaryo yazarlarının grevde olduğu 2007 senesinde, rakiplerinin hakkı en azından Avrupa’da teslim edilmiş Coen Kardeşler olması. İkincisi ise 2012’de yılın en iyi filmlerinden biri olan The Master’ın yaptığı eleştirilerin Hollywood camiasında pek sıcak karşılanmaması. Cannes ve Berlin gibi festivallerde ödül almış olsa da, David Lynch, Coen Kardeşler ya da Tarantino gibi Avrupa’nın prestijli festivallerinin gediklilerinden biri olduğunu söylemek de mümkün değil. Elbette ki bir yönetmenin değerini ödüllerle ölçmek anlamsız, ancak yine de bu açıdan takdir görmemiş biri olduğunun altını çizmek festivallerin ve ödül törenlerinin işleyişi konusunda bazı ipuçları veriyor.
Belki yalnızca vizyon eleştirileri dışında, bir sinema yazısı yazarı tarafından yazı konusuna olan bağlılığı ona duyduğu sevgi sebebiyle kaleme alınır. O yüzden en sevdiğim yönetmenlerden biri olan Paul Thomas Anderson’a tarafsız bakmam zor. Ancak filmografisine dışarıdan bakmaya çalıştığımda, PTA sinemasına nereden başlanması ve nereden başlanmaması gerektiği oldukça açık bir biçimde görülüyor gibi hissediyorum. Olabildiğince tarafsız ve steril yaklaşımımı takınarak, kanımca bu sinemaya giriş yapmak isteyen ya da yeniden keşfetmek isteyenler için en iyi başlangıcı bulduğumu düşünüyorum.
Başlamak İçin En İyisi: Ateşli Geceler – Boogie Nights (1997)
Paul Thomas Anderson oyuncu yönetimi ve çok karakterli, kesişen hikayeleri anlatmadaki becerisi ile sinemasının ilk yıllarında öne çıkar. İlk filmi Hard Eight/Sydney (1996) de böyle bir filmdir ancak çok katmanlılığı, renkliliği ve en olmayacak yerlerden birinden, 70’lerin Amerikan porno sektöründen bir yükseliş ve çöküş hikayesi anlatan Ateşli Geceler (1997) PTA sinemasına başlamak için en uygun film olsa gerek. Yükseliş ve çöküş hikayeleri aslında PTA sinemasının temelinde yatar. Gerek The Master, gerek Kan Dökülecek – There Will Be Blood (2007) böyle hikayeleri anlatır. Ancak Boogie Nights, hareketli kamerayı ustaca kurulmuş bir yapı ile donatarak “en olmayacak yerden” evrensel bir hikaye çıkarır. Hem de yönetmen bu filmi yaptığında henüz 27 yaşındadır.
Ateşli Geceler, Mark Wahlberg’in canlandırdığı Eddie Adams’ın hikayesini anlatır. 70’lerin Kaliforniyasında, seks filmlerinin zirve yaptığı bir dönemde, “ünlü yönetmen” Jack Horner’ın (Burt Reynolds) keşfi ile Eddie sektöre bomba gibi bir giriş yapar ve “Dirk Diggler” sahne adıyla yıldızlık mertebesine yükselir. Bu süreçte gerçek bir star gibi yaşayan, partiler, disko, uyuşturucu ve alkol ile günleri geçen ve zenginleşmeye başlayan Eddie’nin en yakınında, iş arkadaşı Reed (John C. Reilly) ve rol arkadaşları Patenli Kız (Heather Graham) ile Amber Waves (Julianne Moore) vardır. Yönetmen Horner için yaptıkları iş epey ciddidir ve sahip olduğu disiplinden asla ödün vermez. Fakat 80’lerin gelmesi ile her şey tepetaklak olur ve tüm sektör yokuş aşağı yuvarlanmaya başlar. Kendini hem maddi hem de manevi boşlukta bulan porno endüstrisinin her köşesinden insanlar (yapımcı, yönetmen, setçi, oyuncu) kendilerini toparlamayı başaramazlar. Bir kısmı hayata tutunmak için en dibi görmeye bile razı olur, bir kısmı ise külliyen bu hayattan vazgeçer. Sonuç olarak Ateşli Geceler, PTA’nın gelecek vaat eden bir yönetmen olduğunu en iyi şekilde kanıtlayan bir filmdi vizyona girdiği 1997 yılında.
Bence filmin erişilebilirliği ve PTA sinemasını anlatmak açısında en iyi başlangıç Ateşli Geceler, peki neden Magnolia değil? Magnolia (1999) da çok daha katmanlı ve çatışmalı hikayeleri çok daha büyük bir anlatı ve hayalgücü içerisinde anlatıyor. Ancak Magnolia tam da bu sebeplerden dolayı Paul Thomas Anderson’ın sonrasında uzaklaştığı bir sinema da. Çünkü Ateşli Geceler’in tutarlılığı ve kurduğu dünya Magnolia’nın biraz ölçüsüz anlatısı, karşısında sonrasında gelecek PTA filmlerine dair daha büyük ipuçları veriyor.
Öte yandan, Adam Sandler’ın hayatının performanslarından birini verdiği absürt komedilerin şahı Punch Drunk Love – Aşk Sarhoşu (2002) da en ulaşılabilir filmlerinden biri PTA’nın, ancak yönetmenin sinemasına aşina olmak amacıyla izlenecek bir film olarak öne çıkmıyor.
Sonra Ne İzlemeli: Kan Dökülecek – There Will Be Blood (2007)
Magnolia, Hard Eight ve Boogie Nights farklı ölçülerde kesişen hikayeleri anlatırken, There Will Be Blood – Kan Dökülecek (2007) tek bir adamın hikayesine odaklanıyor. Fakat, yükseliş-düşüş ya da bir karakterin olgunlaşması, gelişmesi, evrilmesi gibi tüm filmlerinde bulunan temaların en iyi yansıtıldığı filmlerinden biri diyebiliriz. Bana göre son 20 yılın en iyi filmi olan There Will Be Blood, kapitalizm, sömürü, iktidar, erkeklik, babalık ve din üzerine 21. yüzyılda yapılmış en güzel anlatılardan biri de. Hem de, Daniel Day-Lewis ile Anderson’un ilk işbirliği olarak, yönetmenin oyuncu yönetiminde ne kadar başarılı olduğunu da gösteren bir film.
On dokuzuncu yüzyılın son yıllarında başlayan film, değerli maden arayışçısı olan Daniel Plainview’ın (Daniel Day-Lewis) hikayesine odaklanıyor. Büyük bir efor ile bir gümüş parçası bulan ve bunu tescil ettiren Plainview, birkaç sene sonra da petrol bulur. Buradan, güney Kaliforniya’da büyük bir petrol baronu olma yolunda ilk adımını atacaktır. Fakat, bu yolda büyük bir petrol rezervinin üzerinde kilisesi bulunan genç ve ateşli rahip Eli Sunday (Paul Dano) ile karşı karşıya gelecektir. Yıllar önce kaybettiği kardeşi geri döner, bir yandan da sağır ve dilsiz oğlu ile ilişkileri bozulur. Ancak Plainview’un ilk derdi Eli’ı alt etmek ve petrole sahip olmaktır.
Paul Thomas Anderson, Daniel’ın hayatının akışına göre hareket verdiği kamerası, Robert Elswit ile kurduğu görsel atmosferi ve hepsinin üstüne Radiohead’in Jonny Greenwood’unun yaptığı müzikleri ile son yılların en sert eleştirilerinden birini en güçlü sinema ile anlatmayı başarıyor. Anderson’ın dertlerini içeren filmlerin başında gelen There Will Be Blood’ı, yine benzeri bir temaya sahip olan The Master (2012) takip etmişti. The Master, o ana kadar çektiği filmler arasında en erişilmez filmiydi kuşkusuz. Joaquin Phoenix, Philip Seymour Hoffman ve Amy Adams’ın kusursuz oyunculukları ile Scientology benzeri bir tarikatın kuruluşunu toplumun içinde var olmakta güçlük çeken bir adam üzerinden anlatan bu film Kan Dökülecek’i sevenler ve yönetmenin sinemasında derinleşmek isteyenler için ideal olabilir. Şu ana kadar saydığımız filmler arasında, aslına bakarsanız, Paul Thomas Anderson sinemasına giriş için izlenemeyecek bir film yok. Filmografisi başarılı filmlerle, başyapıtlarla dolu PTA’nın sanatını öğrenmek ya da keşfetmek için yukarıda adı geçen filmlerin her biri izlenebilir.
Nereden Başlamamalı: Gizli Kusur – Inherent Vice (2014)
Gizli Kusur – Inherent Vice (2014) ise, değil Paul Thomas Anderson sinemasına başlamak için, yukarıda adı geçen Amerikan bağımsız-stüdyo arası sinemaya başlamak için bile izlenmemesi gereken bir film. Anderson bu filmde, favorilerinden kült yazar Thomas Pynchon’un görece yeni bir kitabını uyarlıyor. Thomas Pynchon, her ne kadar dilimize çevrilen yalnızca bir kitabı olsa da, tüm dünyada tanınan ve eserleri kült mertebesine erişmiş bir yazar. Pynchon bu mertebeyi kitaplarının içeriği kadar basında hiçbir demeci, röportajı ve fotoğrafının olmayışına da borçlu. Keza 78 yaşındaki yazarın bilinen tek fotoğrafı bundan neredeyse 60 yıl öncesine ait. Hatta bazı hayranları, bu fotoğrafın üzerinde “yaşlandırma tekniği” uygulayarak yazarın şu anda neye benziyor olabileceğine dair fikir yürütüyorlar.
Pynchon’ın eserlerinin filme aktarılamaz olduğu konuşulurken, Anderson kitap ile aynı isimli film ile birebir uyarlama yapmaya soyunmuş. The Master’da kendi sinemasının çizgisini biraz daha öteye taşımaya, biraz daha deneysel, hikayeyi görsele tahvil eden bir anlayışa kaymıştı. Bu filmde de bunu kendisine bir meydana okuma olarak görmüş ve tamamıyla Pynchon’un edebi dilini sinemalaştırmaya çalışmış. Bu sebepten ötürü de Inherent Vice, içine girilmesi en zor Anderson filmi olmuş diyebiliriz.
Filmin baş karakteri, hippi özel dedektif Doc Sportello (Joaquin Phoenix) eski kız arkadaşı Shasta Fay (Katherine Weatherstone) tarafından bir akşam ziyaret edilir. Shasta metresi olduğu emlak baronu Mickey Wolfmann’ın (Eric Roberts) bir komploya kurban edileceğini söyleyerek yardım ister. Shasta ile yaşadıklarını atlatamamış Doc, yardım etmeyi kabul eder. Fakat, Shasta’nın ani kayboluşu ve sürekli Doc’u izleyerek işlerine karışan “düşman-kardeşi” dedektif “Kocaayak” Bjornsen, Doc’u neo-nazilerden, 70’lerin hippi klanlarından, Uzakdoğulu uyuşturucu tüccarlarından ve devlet komplolarından oluşan bir maceranın içine sürükler.
Komplo teorileri ve dedektiflik hikayelerini, Amerikan 70’ler sinemasını sevenler, Paul Thomas Anderson’ın sinemasına dair fikri olanlar için Inherent Vice, hala daha iyi bir yapım. Ancak, özel ilgi alanına girmeyenler için PTA sinemasından kaçmaya yol açabileceği için ilk başta uzak durulmalı.
PTA sinemasına başlamak için pek de uygun olmayan bir diğer film ise Phantom Thread (2017). Film her ne kadar içine girmesi zor bir film değilmiş gibi gözükse de, temasını, anlattıklarını içinde saklayan, ve gözden kaçırılması kolay bir şekilde aktaran bir film. Tıpkı There Will Be Blood ve The Master’da olduğu gibi bir erkek iktidar figürünün ve çevresine olan etkilerini anlatan bu filmi, bazı eleştirmenler bu filmlerle birlikte bir üçlemenin son ayağı sayıyor. Ben de bu yaklaşıma görece katılıyorum. Ancak filmin aşk ve iktidar üzerine söyledikleri herkesin duymak istemeyeceği ya da bir şekilde kulaklarını kapatacağı bir form alıyor. Filmi takip etmek aşkın evrensel karanlık yanları olduğunu kabul etmeyi gerektirirken bir de yönetmenin kendi sinema dili ile yine hikayeye paralel bir biçimde oynamaktaki ısrarı filmi PTA sinemasına başlamak için doğru olmayan bir tercih haline getiriyor.
Reynolds Woodcock (Daniel Day-Lewis), 1950’ler Londra’sında kendi adından bolca söz ettiren, leydilerden prenseslere üst tabakanın en görkemli kıyafetlerini tasarlayan bir modacıdır. Ablası Cyril (Lesley Manville) ile mesafeli fakat abla-kardeş, yönetmen-yapımcı, yaratıcı-yönetici gibi farklı ikiliklerle belirlenmiş girift, anlaşılması dışarıdan güç, fakat uzun süreli iktidar mücadeleleri ile dengeye oturmuş bir ilişkileri vardır. Moda evlerini beraber yürütürlerken, Woodcock dönem dönem kendine aşık olan bazı genç kadınlardan ilham alır ama şımarık, adam-çocuk, bu kadınlardan çabucak sıkılsa da ayrılmayı bile beceremez. Bu tip “pis” işler, Cyril’in görevidir. Woodcock, bir gün Alma (Vicky Krieps) ile tanışır. Alma da, diğerlerinden farklı değildir. Woodcock’un üretici-iktidarına olduğu kadar, Cyril’in perde arkası gücüne de boyun eğmesi beklenir. Fakat, Alma’nın gelişi Cyril ile Woodcock arasındaki ince dengeyi bozduğu gibi, Woodcock’un insan ilişkilerine hastalıklı bakışını da yerle yeksan edecektir, hem de tam anlamıyla…
Bonus: Paul Thomas Anderson ve video klip estetiği
Paul Thomas Anderson, şimdiki eşi Maya Rudolph ile evlenmeden önce bir süre artpop yıldızı Fiona Apple ile çıkmıştı. Bu ilişki süresince ve hatta sonrasında da toplamda 3 tane Fiona Apple klibi yönetti. Sonrasında Jonny Greenwood ile yaptığı çalışmalar onu Radiohead’in son albümü A Moon Shaped Pool sürecinde Radiohead ile videolar yapmaya götürdü. Sonrasında da, Radiohead’in vokali Thom Yorke’un solo albümü Anima için 15 dakikalık bir filmi Netflix’e yaptı. Anderson, öte yandan, Amerikalı pop-rock grubu HAIM için de klipler yönetiyor.
Görünüşe göre Anderson’ın video klipler ile olan ilişkisi eş-dost bağlantıları üzerinden ilerliyor. Anima’nın etkileyiciliği bir yana, Anderson’ın yaptığı en iyi klip ise halen Radiohead – Daydreaming klibi kanımca.
Haim’in son klibi Hallelujah ise diğer filmlerine ya da kliplerine benzemiyor yönetmenin. Burada kendini çok daha az var etmeye çalışmış bir yönetmen var karşımızda. Bu yüzden de ilginç. İleride ise Radiohead başta olmak üzere, diğer gruplar ile yapacağı müzik çalışmalarını da merakla bekliyoruz.