Yazar Puanı
Puan - 80%
80%
Never Rarely Sometimes Always, kadınlar ve kadın bedeni üzerinde tahakküm kurma enstrümanlarının hiç de az olmadığı bir dünyada hayata tırnaklarını geçirmiş iki gencin yer yer kalp kırıklıklarıyla dolu cesaret hikâyesi öncelikle.
Bir lise gösterisindeyiz. Farklı renkli ışıklarla aydınlatılmış perdenin önünde, bir rock’n’roll şarkısı eşliğinde dans eden bir grup genci görüyoruz önce. Sonra sahneye beyaz tulumu, kabarık saçlarıyla Elvis taklidi yapan bir başka genç çıkıyor. Ondan sonra da birlikte bir balad seslendiren üçlü… Hepsinin yüzünde orada olmaktan hoşnut olduklarına dair bir ifade var; her şey bir lise gösterisinden bekleneceği gibi seyrediyor yani. Sonra sahneye Autumn çıkıyor elinde gitarıyla. The Exciters grubunun 1963’te yayınlanan, sözleriyle filmin anlatısı arasında manidar bir ilişki olan şarkısı He’s Got the Power!’ı modern bir yorumla seslendiriyor. Önceki performanslardan çok daha melankolik bir hissi var Autumn’unkinin; az evvelki neşeden eser yok. Tam bu noktada kamera ilk kez bu gösteriyi izleyen seyircilere dönüyor. Böylelikle sahnede olanla etrafındakiler arasında bir ilişki kuruluyor. Bu ilişkinin rengi de kısa süre sonra belli oluyor zaten; Autumn’un akranı bir erkek, yüzünde yılışık bir gülümsemeyle seyircilerin arasından “sürtük” (slut) diye bağırıyor. Karakterin diğerleri kadar neşeli olmayışı ya da olamayışı, anlam kazanıyor. Belli ki onun toplumla, toplumun ona dayattıklarıyla, başından geçenlerin ardından onun hakkında sahip düşündükleriyle bir sorunu var. Never Rarely Sometimes Always’in senarist ve yönetmeni Eliza Hittman de anlatısının çatışını bu olgu üzerine kuruyor, toplumun ve tabii onu oluşturan bireylerin kadına bakışının etkilerini filmin her anına yediriyor.
Never Rarely Sometimes Always: Dünyaya Tırnaklarını Geçirmek
İlk iki uzun metrajlısı It Felt Like Love ve Beach Rats ile hatırı sayılır bir başarı yakalayan yönetmen Eliza Hittman’ın Sundance ve Berlin’den önemli ödüllerle dönen yeni filmi Never Rarely Sometimes Always, 17 yaşındaki Autumn’u alıyor merkezine. Okula ek olarak bir yanda da süpermarkette kasiyerlik yapan bu genç kadın, istemediği bir hamilelikten mustarip. Kürtaj yaptırmak istiyor ama yaşadığı Pennsylvania şehri muhafazakâr bir yer ve ailesinin onayı olmadan kürtaj yaptırması mümkün değil. Dolayısıyla Autumn, bu istemediği durumdan kurtulmak adına başka bir çaresi olmadığını hissedip hem kuzeni hem de en yakın arkadaşı olan Skylar’la birlikte kürtaj yaptırabileceği New York’a gidiyor. Velhasıl ilk bakışta memleketine kıyasla daha “modern” görünen New York’ta da işler durumlar pek farklı gelişmiyor.
Never Rarely Sometimes Always için, hikâyenin sürdüğü mekâna göre iki bölümden oluşuyor diyebiliriz kabaca. Bu ayrımda Autumn ve Skylar’ın şehirlerle kurduğu ilişki ve bunun yönetmen Hitmann’ın filtresinden perdeye yansıma biçimi de pekâlâ etkili. Karakterler henüz Pennsylvania’dayken şehir, oldukça sınırlı şekilde, sadece karakterlerin bulunduğu mekânlara sıkıştırılmış şekilde filmde kendine yer buluyor. Autumn ve Skylar’ın çalıştıkları ve yöneticinin tacizlerine maruz kaldıkları market, Autumn’un işlerin pek de yolunda gitmediğinin rahatlıkla görülebildiği ailesiyle birlikte yaşadığı ev ve anneliğin mucizevi bir şey, kürtajın da bir cinayet olduğunun iddia edildiği klinik… Tüm bu mekânlar Pennsylvania’nın muhafakâr yapısını temsil eden farklı yapılar olarak karşımıza çıkarken, Autumn’un hayatının sadece buralar arasında gidip gelmesi de bu sıkışmışlığın seyirci üzerindeki etkisini artırıyor. Bu etkinin yaratılmasında Hitmann’in tercihleri de oldukça önemli. Zira kamera sıklıkla ana karakteri mümkün mertebe de yakın planlarla takip ediyor. Böylelikle karakterin çevresini teşkil eden şehir eriyip yok oluyor âdeta; ta ki New York’a gidene kadar.
New York ise, küçük şehirde yetişmiş Autumn ve onunla birlikte New York’a gelen Skylar için yepyeni bir dünya. Metroya binecek yeri bilmedikleri, hangi sokağın nereye bağlandığı belirsiz bir şehir burası. Tam da bu sebeple, bu kez hissettikleri sıkışmışlık değil de kaybolma oluyor. Bunu yansıtabilmek adına Hitmann de kadrajlarına şehre dair daha fazla detay dâhil etmeye başlıyor. Renkli sokaklar, gidecek yer olmayınca vakit öldürülecek hatta uyunacak metro istasyonları, bovling salonları, kliniğin önünde yapılan kürtaj karşıtı eylem… İçinde sıkıştıkları Pennsylvania’da ve Autumn’un kürtajı için kısa süreliğine geldikleri New York’ta şehirlerle başka türden ilişki kuruyorlar kurmasına ama karşılarına, farklı biçimlerde de olsa hep aynı olgu çıkıyor; toplumun kadın üzerinde oluşturduğu baskı. Filmin başında, Autumun’un sahnedeyken, muhtemelen sadece erkek arkadaşı olarak gördüğü kişi ile seks yaptığı için hakarete uğramasıyla, New York’a giderken otobüste tanıştıkları onları “savunmasız” gördüğü için, kibar bir görünümün altında musallat olan genç adamın tavırlarının temeli arasında pek bir fark yok aslında. Keza memleketlerindeki iyi niyetli görünümlü muhafazakâr klinikteki dayatmalar ile New York’takinde Autumn’un durumunu anlamak adına yapılan anketin etkisi arasında da… Pennsylvania’da yapılan ultrason esnasında başını ekrandan diğer yana çevirerek (burada enfes kamera hareketine bir parantez açalım) bu tutucu yapıdan uzakta bir çare aramak zorunda olduğunu fark eden Autumn, daha liberal yapıya sahip bir tesiste ona sorulan sorular karşısında eşelenen yarası sebebiyle göz yaşlarını tutamıyor bu kez. Anneliğin ne kadar mucizevi bir şey olduğunun açıkça dayatılmasıyla, bir kadının yaşadıklarının sadece bir anket formundaki kelimelerin arasına sıkıştırılması toplum normlarının kadın üzerindeki dominasyonunun sadece farklı formları zaten.
Böylesine sert bir gerçekliğe odaklanırken yönetmen Hitmann karakterlerinin elini bir an olsun bırakmıyor tabiri caizse. Onların eylemlerine dair bir neden-sonuç ilişki kurmaktan özellikle imtina ediyor. Zaten yüzyıllardır kadınların karşısında duran bir sistemi farklı yönleriyle gösterirken karakterlerini, yaşlarından ya da ekonomik durumlarından ileri gelen bir mağduriyetle baş başa bırakmak yerine, her kadının maruz kaldıkları karşısında onları olumsuzluklarla bir şekilde başa çıkmayı başaran güçlü gençler olarak konumlandırıyor. Bu bağlamda filmdeki tüm erkekleri anlatının içinde pasif konumlara yerleştirip kadına bakışı yansıtmak adına birer enstruman olarak kullanıyor sadece. Tam da bu nedenle Autumn’un kimle yaşadığı ilişkiden hamimle aldığını hiçbir önemi kalmıyor; bu kişi kasti olarak hikâyenin dışında bırakılıyor. Zira Never Rarely Sometimes Always, kadınlar ve kadın bedeni üzerinde tahakküm kurma enstrümanlarının hiç de az olmadığı bir dünyada hayata tırnaklarını geçirmiş iki gencin, yer yer kalp kırıklıklarıyla dolu cesaret hikâyesi öncelikle.
Eliza Hitmann’ın gösterişsiz, temkinli, dingin ama ziyadesiyle ustalıklı bir rejiyle anlattığı bu cesaret hikâyesi ile ilgili sözlerimizi, fiminin başrollerindeki Sidney Flanigan ve Talia Ryder’ın adını anmadan bitirmek büyük haksızlık olur. Aynı sistemin şekillendirmeye çalıştığı ama bir şekilde kendileri olmayı başaran Autumn ve Skylar’ı canlandıran bu iki oyuncunun adını önümüzdeki yıllarda sıklıkla duymamız kuvvetle muhtemel.