Başrollerinde James Franco, Taryn Manning, Francesca Eastwood, Scott Haze gibi isimlerin yer aldığı The Vault, yüksek tansiyonlu kurgusuyla seyirciye korku-gerilim tadında bir soygun hikayesi sunuyor. Bu bakımdan, artık bir tür olarak da kabul edeceğimiz soygun filmlerinin tüm görsel ve işitsel kodlarını kullanmasıyla beraber izleyiciye yeni bir şey vadetmiyor. Temelinde kapitalizmin ve kitle sömürüsünün irdelendiği soygun filmlerine fazla aşina olmayan seyircilere bile oldukça yavan gelecek bir film The Vault. Senaryonun dramatik kuruluşundan, diyalogların özensizliğine, oyunculukların artık görmeye alıştığımız benzer mimiklerine kadar hiçbir noktada seyircisini ciddiye almayan, yeri geldiğinde de küçük düşüren bir forma sahip. Şahsımca, hangi ideolojik çatıda kurulursa kurulsun -hatta bu çatıya sahip olmasa bile- her filme saygı duymakla beraber, içlerinden muhakkak bir sahneyi hatırlamayı kendime görev edinirim. Ancak nadiren de olsa bu saygıyı hak etmeyen yapımlara rastlıyorum ve o filmi unutmayı tercih ediyorum, yazık ki incelemesini yazdığım film bu kategoride. Banka soygunu temelinde yazılacak bir senaryonun, küresel para savaşından, kaybolan emek değerine, hatta karşılıklı yükümlülük/armağan kültürüne kadar pek çok fikre dokunuşlar yapması mümkündür. Üstelik bunu  bir sinema filminin altında yatan ideolojiye hiç dikkat etmeyen, sadece seyir zevki arayan bir kitleyi tatmin edecek düzeyde de yapabilir. Film, vaat ettiği aksiyonu, gerilimi altı iyi örülmüş bir senaryoyla önümüze sunabilirdi. Bu husus altında örnek verebileceğimiz David Fincher’ın Panik Odası’nı dikkatle incelersek her bakımdan ‘’basit’’ sayılacak bir senaryo fikrini modern ekonomiye, sınıf farkına nasıl başarılı bir şekilde yedirdiğini görürüz. The Vault: Haksız Kazanç ve Kurbanlık Özelde banka soygunu, genel çerçevede ise toplumsal bir eylem olarak bakabileceğimiz hırsızlık; insanlık tarihine mülkiyet düşüncesi girdiğinden bu yana bir suç olarak anılmıştır. Özellikle Roma hukukuna bakacak olursak filmin odak noktası olan fikre daha da yakınlaşabiliriz. Roma hukukunda ‘’Furtum’’ kavramıyla açıklanan bu hırsızlık tanımı, o zamanlar aynı zamanda güveni kötüye kullanma anlamına da geliyordu.* Bu tanımı filmin odak noktasına göre değerlendirecek olursak, tüm kanlı soygun olaylarının sonucunda torbalar dolusu paranın yanında yaşamlar da çalınmıştır. Kuruluş olarak muhafaza etmeyi amaçlayan banka kavramının ise sadece faiz sistemini, yüksek kâr sistemini, yani modern ekonominin çarklarını koruduğunu anlayabiliriz. The Vault, bu bakımdan iki hırsız bir kurban sunmaktadır: Kapitalist yığınların altında ezilen isyânkar bireyler olarak soyguncular ve bankalar hırsız olurken, para kasalarına sıkışmış rehineler göstergesinde toplumun diğer tüm bireyleri kurban olarak gösterilmektedir. Ancak film, içerik olarak bu çıkış noktasının üzerinde fazla durmamış, Panik Odası örneğindeki gibi bunu senaryoya yeterince yedirememiştir. The Vault, portre objektiften elde edilen neredeyse hiç arka plan vermeyen yüz çekimleriyle -öyle amaçlandığını varsayarsak eğer- karakterlerin mimiklerinden seyircide bir gerilim yaratmayı da başaramıyor. Hatta yüz planları yeterince uzun tutulmadığı için belirli bir mimiğin duygusuna da odaklanacak kadar bakamıyoruz. James Franco dahil diğer tüm oyuncular ezberlenmiş yüz ifadeleriyle karşımızdalar. Bu da filmin istemediği türde bir yabancılaşma yaşatıyor izleyenlere. Karakterler ise yalnızca fiziksel olarak varlar. Soygunculardan iki kardeşin kırgın geçmiş öyküsü de bu boşluğu doldurmaya yetmiyor. Çizgi film tiplemelerinden bile daha yüzeysel yaratılmış ‘’seksi ve vahşi kadın’’ Leah Dillon(Francesca Eastwood) karakterine -ya da tipi de diyebiliriz- tezat olarak adeta bir İsa figürü olarak Michael Dillon karakterini görüyoruz; öyküde nedeni belli olmayan bir iyilik, saflık içinde varlığını kısa kısa hissettiriyor. Soygun gibi toplumsal suç…

Yazar Puanı

Puan - 10%

10%

Senaryonun dramatik kuruluşundan, diyalogların özensizliğine, oyunculukların artık görmeye alıştığımız benzer mimiklerine kadar hiçbir noktada seyircisini ciddiye almayan, yeri geldiğinde de küçük düşüren bir forma sahip.

Kullanıcı Puanları: 2.3 ( 4 oy)
10

Başrollerinde James Franco, Taryn Manning, Francesca Eastwood, Scott Haze gibi isimlerin yer aldığı The Vault, yüksek tansiyonlu kurgusuyla seyirciye korku-gerilim tadında bir soygun hikayesi sunuyor. Bu bakımdan, artık bir tür olarak da kabul edeceğimiz soygun filmlerinin tüm görsel ve işitsel kodlarını kullanmasıyla beraber izleyiciye yeni bir şey vadetmiyor. Temelinde kapitalizmin ve kitle sömürüsünün irdelendiği soygun filmlerine fazla aşina olmayan seyircilere bile oldukça yavan gelecek bir film The Vault. Senaryonun dramatik kuruluşundan, diyalogların özensizliğine, oyunculukların artık görmeye alıştığımız benzer mimiklerine kadar hiçbir noktada seyircisini ciddiye almayan, yeri geldiğinde de küçük düşüren bir forma sahip. Şahsımca, hangi ideolojik çatıda kurulursa kurulsun -hatta bu çatıya sahip olmasa bile- her filme saygı duymakla beraber, içlerinden muhakkak bir sahneyi hatırlamayı kendime görev edinirim. Ancak nadiren de olsa bu saygıyı hak etmeyen yapımlara rastlıyorum ve o filmi unutmayı tercih ediyorum, yazık ki incelemesini yazdığım film bu kategoride.

Banka soygunu temelinde yazılacak bir senaryonun, küresel para savaşından, kaybolan emek değerine, hatta karşılıklı yükümlülük/armağan kültürüne kadar pek çok fikre dokunuşlar yapması mümkündür. Üstelik bunu  bir sinema filminin altında yatan ideolojiye hiç dikkat etmeyen, sadece seyir zevki arayan bir kitleyi tatmin edecek düzeyde de yapabilir. Film, vaat ettiği aksiyonu, gerilimi altı iyi örülmüş bir senaryoyla önümüze sunabilirdi. Bu husus altında örnek verebileceğimiz David Fincher’ın Panik Odası’nı dikkatle incelersek her bakımdan ‘’basit’’ sayılacak bir senaryo fikrini modern ekonomiye, sınıf farkına nasıl başarılı bir şekilde yedirdiğini görürüz.

The Vault: Haksız Kazanç ve Kurbanlık

Özelde banka soygunu, genel çerçevede ise toplumsal bir eylem olarak bakabileceğimiz hırsızlık; insanlık tarihine mülkiyet düşüncesi girdiğinden bu yana bir suç olarak anılmıştır. Özellikle Roma hukukuna bakacak olursak filmin odak noktası olan fikre daha da yakınlaşabiliriz. Roma hukukunda ‘’Furtum’’ kavramıyla açıklanan bu hırsızlık tanımı, o zamanlar aynı zamanda güveni kötüye kullanma anlamına da geliyordu.* Bu tanımı filmin odak noktasına göre değerlendirecek olursak, tüm kanlı soygun olaylarının sonucunda torbalar dolusu paranın yanında yaşamlar da çalınmıştır. Kuruluş olarak muhafaza etmeyi amaçlayan banka kavramının ise sadece faiz sistemini, yüksek kâr sistemini, yani modern ekonominin çarklarını koruduğunu anlayabiliriz. The Vault, bu bakımdan iki hırsız bir kurban sunmaktadır: Kapitalist yığınların altında ezilen isyânkar bireyler olarak soyguncular ve bankalar hırsız olurken, para kasalarına sıkışmış rehineler göstergesinde toplumun diğer tüm bireyleri kurban olarak gösterilmektedir. Ancak film, içerik olarak bu çıkış noktasının üzerinde fazla durmamış, Panik Odası örneğindeki gibi bunu senaryoya yeterince yedirememiştir.

The Vault, portre objektiften elde edilen neredeyse hiç arka plan vermeyen yüz çekimleriyle -öyle amaçlandığını varsayarsak eğer- karakterlerin mimiklerinden seyircide bir gerilim yaratmayı da başaramıyor. Hatta yüz planları yeterince uzun tutulmadığı için belirli bir mimiğin duygusuna da odaklanacak kadar bakamıyoruz. James Franco dahil diğer tüm oyuncular ezberlenmiş yüz ifadeleriyle karşımızdalar. Bu da filmin istemediği türde bir yabancılaşma yaşatıyor izleyenlere. Karakterler ise yalnızca fiziksel olarak varlar. Soygunculardan iki kardeşin kırgın geçmiş öyküsü de bu boşluğu doldurmaya yetmiyor. Çizgi film tiplemelerinden bile daha yüzeysel yaratılmış ‘’seksi ve vahşi kadın’’ Leah Dillon(Francesca Eastwood) karakterine -ya da tipi de diyebiliriz- tezat olarak adeta bir İsa figürü olarak Michael Dillon karakterini görüyoruz; öyküde nedeni belli olmayan bir iyilik, saflık içinde varlığını kısa kısa hissettiriyor.

Soygun gibi toplumsal suç eylemlerinin kitlesel etkisine odaklanan film, algılardaki hazine kavramını da sorguluyor. Kapana kısılmış rehinelerle, kasalardaki paraları karşılaştıran filmin kurgusu biraz zorlama da olsa insan yaşamının asıl hazine olduğunu akıllara getirmeyi amaçlıyor fakat bunu seyirciye iletmekte yetersiz kalıyor.

*Türkan Rado, Roma Hukuku Dersleri Borçlar Hukuku, Filiz Kitabevi, İstanbul, 2006, s. 189

Daha yazı yok.
Filmloverss.com size daha iyi hizmet sunmak için çerezleri kullanır. Sitede gezerek çerezlere izin vermiş sayılırsınız. Ayrıntılı bilgi close-cookie-information