‘’Çocuk’’ kelimesi gibi, astronot kelimesi de ilk duyuşta akla yanlış bir şekilde erkeği getirir; fiziksel olarak. Astronotluk temsili her ne kadar popüler kültürde böyle yaygınlaşsa da bugün, toplumsal cinsiyet tabanındaki bu tarz cinsiyet-meslek tartışmaları neredeyse bitti. Fakat sinema filmleri yine de bunları konu almaya devam ediyor. ‘’Erkeklerin dünyasında kadınlar’’ temelli filmlerin çağı yakalamakla ilgili sorunları yok aslında. Temel sorun, sinema filmlerinin genelde fazla ‘’erkek’’ olmasından kaynaklanıyor. Western, bilimkurgu, aksiyon gibi sorunlu bir şekilde ‘’erkek dünyalı’’ janrlara; güçlü, Bechdel Testi'nden geçen kadın karakterler koyulduğunda, ‘’marjinal’’ bir film üretilmiş gibi bir yanılgı ortaya çıkıyor. Oysa bir filmdeki kadının varlığı böylesi bir amaçla kullanılamaz. Bu bir başka film pazarlama taktiğinden öteye gitmez. Bir film, toplumsal cinsiyet eşitliğine vurgu yaptığı için -sadece bu yönüyle- değerli olmamalı. Bu şekilde birçok filmin hak etmediği üne, övgüye kavuştuğunu belirtmek zorundayım. Geniş kitlelere yayılan sinema dili ve ideolojisi bunun en büyük suçlusu; cinsiyet özelinde o kadar yanlış temsiller sundular ki temsil özelinde olması gerekeni filmlerde gördüğümüzde ister istemez şaşırıyoruz. Proxima da ana fikrinin gücüne odaklanmak yerine bir miktar bu ‘’farklılığa’’ odaklanmayı tercih eden bir yapım. Deniz Gamze Ergüven'in Mustang filminin senaristlerinden biri olan Alice Winocour’un yönetmenliğini yaptığı Proxima, temelde bir anne-çocuk öyküsünü anlatıyor. Her ne kadar ilk bakışta bir uzay yolculuğu hikâyesi izleyeceğimizi düşünsek de film, odağına anne ile kızı arasındaki bağı alıyor. Bilimkurgu film türüne hâkim olan görsel estetiği, -ait olduğu janr bu olmamasına rağmen- bu filmde de görüyoruz. Georges Lechaptois’un son derece gerçekçi, adeta bir belgeseli andıran çekimleriyle de Avrupa Uzay Ajansı’nı, orada çalışan insanların nasıl bir rutinleri olduğuna tanık oluyoruz. Winocour’un bu ortama ve hikâyeye bu denli olağan yaklaşmak istemesi, bir annenin uzaya gitmesinin, dünyayı geride bırakmasının uzaklığına değil, asıl mesafenin, yedi yaşındaki kızıyla arasında açılan duygusal boşluktan oluştuğunu anlatmak istemesinden kaynaklı. İşte bu yüzden filmin soğuk steril renk paletini, bilimkurgu türüne olan uygunluğundan değil, yönetmenin anne ile kızı arasındaki uzaklaşmayı bizlere iyice hissettirmek için tercih ettiğini görüyoruz. Sarah (Eva Green), kızı Stella’ya uzay görevine çıkacağını, 1 yıl boyunca dünyada olmayacağını, onu göremeyeceğini açıklarken annelik davranışlarını kullanıyor. Onu durumun gerçekliğine bu şekilde alıştırmayı tercih ediyor. Örneğin kızını alıp yatağa götürürken, bir füzenin kalkış anını canlandırıyor, mesleğinin popüler kültürdeki jargonlarını kullanarak onunla oyunlar oynuyor. Film, bir beden deneyimi olarak anneliğe odaklanmayı işte tam burada başlatıyor. Aslında bir uzay yolculuğu hikâyesinden çok, bir astronotun yerçekimsiz ortama uyum sağlaması için bedeninde yaşadığı değişimleri, anne üzerinden vermeye çalışıyor Proxima. Bu bakımdan Sarah’ın kızıyla ve dünyayla olan bağının kopmasının nesnel simgesi ‘’füze’’, anne ile çocuğunun arasındaki göbek bağının kopmasına benzetiliyor. Filmin belki de en değerli yanı, anneliğe hem fiziksel hem varlıksal olarak yaklaşması ve buna oldukça feminist bir çerçeveden bakması. Zira çocuğunu güvenceye alırken, ona değer verirken, idealleriyle kendini gerçekleştiren bir kadının hikâyesini izliyoruz. Proxima: Bir Beden Çatışması Olarak Annelik Alice Winocour, beden deneyimine, bedenin yaşadığı değişime odaklanmayı seven bir yönetmen. Bunu önceki çalışmalarından da biliyoruz. Bu bakımdan bir bedene yüklenen toplumsal görevler, ahlak kuralları, beden üzerinden yargılanmanın anlatılacağı bir filmin annelik üzerinden konumlanması, Winocour için oldukça nokta atışı bir tercih. Toplumsal tabanda sıkça tartışılan bir soruyu bile ele alırsak,…

Yazar Puanı

Puan - 55%

55%

Proxima, senaryosunda aslında çok keskin bir soru soruyor: Anne nedir? Annenin bedeninden ayrılan çocuk, onun varlığına ne kadar hükmedebilir? Filmin bu soruya cevabı ise ilham oluyor. Bir şekilde anneler, özgürlükleriyle, idealleriyle kendi çocuklarına ilham vererek de onlarla aralarında güçlü bağ kurabilirler. Filmin feminist dili bu cevapta belirginleşiyor. Fakat senaryo, bizi bu cevaba ulaştırırken çok gevşek davranıyor.

Kullanıcı Puanları: 2.75 ( 2 oy)
55

‘’Çocuk’’ kelimesi gibi, astronot kelimesi de ilk duyuşta akla yanlış bir şekilde erkeği getirir; fiziksel olarak. Astronotluk temsili her ne kadar popüler kültürde böyle yaygınlaşsa da bugün, toplumsal cinsiyet tabanındaki bu tarz cinsiyet-meslek tartışmaları neredeyse bitti. Fakat sinema filmleri yine de bunları konu almaya devam ediyor. ‘’Erkeklerin dünyasında kadınlar’’ temelli filmlerin çağı yakalamakla ilgili sorunları yok aslında. Temel sorun, sinema filmlerinin genelde fazla ‘’erkek’’ olmasından kaynaklanıyor. Western, bilimkurgu, aksiyon gibi sorunlu bir şekilde ‘’erkek dünyalı’’ janrlara; güçlü, Bechdel Testi‘nden geçen kadın karakterler koyulduğunda, ‘’marjinal’’ bir film üretilmiş gibi bir yanılgı ortaya çıkıyor. Oysa bir filmdeki kadının varlığı böylesi bir amaçla kullanılamaz. Bu bir başka film pazarlama taktiğinden öteye gitmez. Bir film, toplumsal cinsiyet eşitliğine vurgu yaptığı için -sadece bu yönüyle- değerli olmamalı. Bu şekilde birçok filmin hak etmediği üne, övgüye kavuştuğunu belirtmek zorundayım. Geniş kitlelere yayılan sinema dili ve ideolojisi bunun en büyük suçlusu; cinsiyet özelinde o kadar yanlış temsiller sundular ki temsil özelinde olması gerekeni filmlerde gördüğümüzde ister istemez şaşırıyoruz. Proxima da ana fikrinin gücüne odaklanmak yerine bir miktar bu ‘’farklılığa’’ odaklanmayı tercih eden bir yapım.

Deniz Gamze Ergüven’in Mustang filminin senaristlerinden biri olan Alice Winocour’un yönetmenliğini yaptığı Proxima, temelde bir anne-çocuk öyküsünü anlatıyor. Her ne kadar ilk bakışta bir uzay yolculuğu hikâyesi izleyeceğimizi düşünsek de film, odağına anne ile kızı arasındaki bağı alıyor. Bilimkurgu film türüne hâkim olan görsel estetiği, -ait olduğu janr bu olmamasına rağmen- bu filmde de görüyoruz. Georges Lechaptois’un son derece gerçekçi, adeta bir belgeseli andıran çekimleriyle de Avrupa Uzay Ajansı’nı, orada çalışan insanların nasıl bir rutinleri olduğuna tanık oluyoruz. Winocour’un bu ortama ve hikâyeye bu denli olağan yaklaşmak istemesi, bir annenin uzaya gitmesinin, dünyayı geride bırakmasının uzaklığına değil, asıl mesafenin, yedi yaşındaki kızıyla arasında açılan duygusal boşluktan oluştuğunu anlatmak istemesinden kaynaklı. İşte bu yüzden filmin soğuk steril renk paletini, bilimkurgu türüne olan uygunluğundan değil, yönetmenin anne ile kızı arasındaki uzaklaşmayı bizlere iyice hissettirmek için tercih ettiğini görüyoruz.

Sarah (Eva Green), kızı Stella’ya uzay görevine çıkacağını, 1 yıl boyunca dünyada olmayacağını, onu göremeyeceğini açıklarken annelik davranışlarını kullanıyor. Onu durumun gerçekliğine bu şekilde alıştırmayı tercih ediyor. Örneğin kızını alıp yatağa götürürken, bir füzenin kalkış anını canlandırıyor, mesleğinin popüler kültürdeki jargonlarını kullanarak onunla oyunlar oynuyor. Film, bir beden deneyimi olarak anneliğe odaklanmayı işte tam burada başlatıyor. Aslında bir uzay yolculuğu hikâyesinden çok, bir astronotun yerçekimsiz ortama uyum sağlaması için bedeninde yaşadığı değişimleri, anne üzerinden vermeye çalışıyor Proxima. Bu bakımdan Sarah’ın kızıyla ve dünyayla olan bağının kopmasının nesnel simgesi ‘’füze’’, anne ile çocuğunun arasındaki göbek bağının kopmasına benzetiliyor. Filmin belki de en değerli yanı, anneliğe hem fiziksel hem varlıksal olarak yaklaşması ve buna oldukça feminist bir çerçeveden bakması. Zira çocuğunu güvenceye alırken, ona değer verirken, idealleriyle kendini gerçekleştiren bir kadının hikâyesini izliyoruz.

Proxima: Bir Beden Çatışması Olarak Annelik

Alice Winocour, beden deneyimine, bedenin yaşadığı değişime odaklanmayı seven bir yönetmen. Bunu önceki çalışmalarından da biliyoruz. Bu bakımdan bir bedene yüklenen toplumsal görevler, ahlak kuralları, beden üzerinden yargılanmanın anlatılacağı bir filmin annelik üzerinden konumlanması, Winocour için oldukça nokta atışı bir tercih. Toplumsal tabanda sıkça tartışılan bir soruyu bile ele alırsak, konuyu net bir şekilde aydınlatmamız mümkün: ‘’Kadınlık mı annelik mi?’’

Sadece çocuklarıyla olan ilişkileri nedeniyle bile sıkça suçlanabilirler anneler. Çocuklarıyla yeterince ilgilenmemişlerse, feragat etmemiş, yeterince fedakâr olmamışlarsa annelikleri üzerinden despotça kadınlıkları sorgulanır. ‘’Çocuktan önce kadın’’ yerine, ‘’Kadından önce çocuk’’ anlayışının bir despotluğudur bu. Bu konuyu daha da ileri götüren çalışmalar bile var. 1972 yılında John Kennel ve Marshall Klaus’un bir makalede yayımladıkları ‘’Bağ Teorisi’’ adlı çalışma, anneyle çocuğunun duygusal bağlanmasına ilişkin bir hassas dönemin varlığından bahseder. Buna göre, yeni doğmuş bir bebekle annesinin arasında, doğumdan sonraki 16 saat içinde bir tensel temas kurulmazsa -Yani çocuğunu kucağına alamaz, ona gözleriyle bakamazsa- annenin çocuğuyla bir daha duygusal bağ kuramayacağı dile getirilir. Bu teori başka araştırmacılar tarafından da daha sonra yalanlanmıştır. Ancak bu bağı kuramayan annelerin suçluluk duygusu yaşadıkları, ilerleyen yıllarda çocuklarıyla olan iletişim eksikliklerinin nedenini bu ilk temasa bağladıkları da tespit edilmiştir. Filmde Sarah, buna benzer bir bağ eksikliğinin endişesini, içsel çatışmasını yaşıyor. Bir taraftan kendi ideallerine doğru yükselmek isterken öbür taraftan çocuğuyla olan bağının azalacağını, Stella’nın onu bir süre sonra anne olarak görmeyeceğini düşünüyor.

Proxima, senaryosunda aslında çok keskin bir soru soruyor: Anne nedir? Annenin bedeninden ayrılan çocuk, onun varlığına ne kadar hükmedebilir? Filmin bu soruya cevabı ise ilham oluyor. Bir şekilde anneler, özgürlükleriyle, idealleriyle kendi çocuklarına ilham vererek de onlarla aralarında güçlü bağ kurabilirler. Filmin feminist dili bu cevapta belirginleşiyor. Fakat senaryo, bizi bu cevaba ulaştırırken çok gevşek davranıyor. Karakterlerin, özellikle Sarah’ın eylemleri yeterince güçlü nedenlere bağlanmıyor, anne-çocuk arasında, böyle bir süreçte hissedilmesi muhtemel duyguların üzerinde yeterince durulmuyor ve fazlasıyla yüzeysel çıkarımlara müsait bir olay örgüsü kuruluyor. Film, bir kadının ‘’erkeklerin dünyası’’ olarak görülen bir dünyadaki varlık mücadelesine, sadece bu fikre fazla ağırlık verdiği için hikâyenin ana fikrinin, annelik sorgulamasının etkisini biraz sönükleştiriyor.

Daha yazı yok.
Filmloverss.com size daha iyi hizmet sunmak için çerezleri kullanır. Sitede gezerek çerezlere izin vermiş sayılırsınız. Ayrıntılı bilgi close-cookie-information