Silsile, Aile Arasında, Yarına Tek Bilet gibi filmlerle adından söz ettiren Ozan Açıktan’ın yeni filmi Geçen Yaz, 9 Temmuz’da Netflix’te izleyici ile buluştu. Geçen Yaz’ın yayınlanması vesilesiyle Ozan Açıktan ile bir araya gelerek filme ve sinemasına dair merak edilenleri konuştuk.

Röportaj: Utku Ögetürk
Fotoğraf: Salih Üstündağ
Deşifre: Deniz Yavuz

Utku Ögetürk: Ozan Açıktan filmografisini incelediğimizde iki ana akım komedi filminin ardından daha karanlık sularda yüzen Silsile’yi görüyoruz. Silsile’den sonra ise gerek gişede kazandığı başarı gerekse sinemaseverlerin beğenisinde ortaklaştığı bir film olan Aile Arasında dikkat çekiyor. Aile Arasında’dan sonra ise daha düşük bütçeli, daha kişisel hikâyeler anlatan ve Netflix için çekilen iki uzun metraj kurmaca görüyoruz. Tek bir tür ya da benzer hikâyelere sıkışmadan farklı denemeler yaptığınızı  söyleyebiliriz. Bu filmografiyi nasıl okumalıyız?

Ozan Açıktan: Aslında işini yapmaya çalışan birinin, heyecanına tutunması olarak açıklayabiliriz bu durumu. Hayallerimiz endüstriden ve hayatın gerçeklerinden bağımsız olamıyor. Belki en başa dönseydik, benim ilk filmimin Çok Filim Hareketler Bunlar olmasını seçer miydim, bilmiyorum. Çok Film Hareketler Bunlar gayet sevdiğim ve gurur duyduğum bir film olmasına rağmen ilk film için hayalim aslında Silsile idi. Ben üniversitede okurken yılda iki tane sinema filmi yapılıyordu, yani hayalini bile kurmanın saçma olduğu bir sektördü aslında sinemacılık, yönetmenlik ya da film alanında herhangi bir iş yapmak.

Dolayısıyla iki filmden senede yüz yirmi filmlere, Netflix üzerinden film izlemeye geçildiği bir dönemde artık Ozan Açıktan ya da Türkiye’den herhangi bir yönetmenin filmografisini okurken öncelikle oradaki mücadeleyi görmek gerekiyor galiba. Yani, film yapmaya çabalama, filmin içinde olma, filmle hikâye anlatmaya ve o filmle yaşam mücadelesinde olabilmeye, kirayı ödeyebilmeye kadar gelen bir denklemden bahsediyorum. Böyle bakınca aslında ben “Yönetmenlik yapmak ve işimi iyi yapmak istiyorum. Yaptığım işlerin, filmlerin insanlara ulaşmasını istiyorum.” diyerek yola çıktım. Sonra baktım ki, kendime yakınlaştıkça filmlerim de bana daha iyi gelmeye başladı. Silsile mesela, onun bir başlangıcı,  Annemin Yarası’nın senaristlerinden biri olmamın sebebi de o. Yaptığım işleri, sipariş de olsalar, kendime ne kadar çekebilirim diye bakmaya başladım. Elbette “Aile Arasında”nın büyük gişe başarısı ve topladığı beğeni şimdi “Kendi hikâyemi anlatayım, kimseye de hesap vermeyeyim.” diye düşünme lüksünü verdi bana.

Dolayısıyla, filmografimi nasıl okumalıyız sorusuna gelince, öncelikle sinemaya hakikaten aşık olan birinin filmografisi bu -mesela izlediğim filmleri çoğunlukla yüksek puanlayan biriyim, çünkü bir filmi sadece bir “film” olduğu için bile sevebiliyorum- çabuk seven, çabuk aşık olan biriyim filmlere. Bu aşk sebebiyle türler arasında gezmeyi seviyorum ya da beni heyecanlandıran herhangi bir hikâyenin peşinden gitmeye cesaret ediyorum.

Ama bu durumun asıl sebebi, yani soruya birinci yanıtım, coğrafya olacaktır. Yan yana anılmak isteyeceğim filmler var elbette, yani Hollywood’da ya da Fransa’da olsaydık bu 7 filmin içinde başka filmler de yapmış olmak isterdim. Endüstride üretilen film ile tüketilen film arasındaki o bağı farklı kuran ülkelerde, farklı hatlarda yürümek isteyebilirdim. Ama burada da komedi filmlerine olan ilgi ile sektöre girebildim, sonrasında da başka filmler yapabilme şansını onlar sayesinde kazandım. BKM’nin Yılmaz Erdoğan dışında da yönetmenlerimiz olsun, filmler çeksin dönemine denk gelince ilk uzun metrajımı 30 yaşındayken çektim. Ardından da on yılda yedi tane film yapmış ol ve bu büyük bir şans. Bir önceki filmi hep bir sonrakini yapabilmek için bitiriyorum. Bir sonraki filmime bir ehliyet alabilmek amacım. Ölçekler filtreler değişebilir elbette. Bu ehliyeti eşim Pemra da bana versin; o beğensin diye, FilmLoverss iyi bir eleştiri yazdı diye, gişede çok başarılı oldu diye, ya da Netflix’in algoritmasında sıyrıldı diye de devam edebilirim. Mühim olan bur kerteriz noktasını benim özgürce koyabiliyor olmam.

Dolayısıyla sanki buralı olmanın getirdiği ve burada film yapmaya çabalamanın getirdiği bir filmografi bu. Son iki filme gelirsek, bu yolculukta artık filmlerimin her anlamda sahibi olmak istediğime karar verdim. Aile Arasında’nın ve Atiye’nin başarısı sayesinde böyle bir lüksüm oldu diye düşünüyorum. “Yarına Tek Bilet” üstünde dört yıl çalıştığım bir filmdi, Netflix’le yolu kesişince de işler büyüdü. Artık “Ozan bizim için bu filmi yönetsin” kadar, “Ozan Açıktan’ın Filmleri” diye de bir yol var ve en az sipariş filmler kadar ışıltılı benim için.

Utku Ögetürk: Söylediklerinden yola çıkacak olursak, bahsettiğin filmlerinin her anlamda sahibi olma arzun ile birlikte Ozan Açıktan’ın filmografisi bundan sonra daha farklı bir yöne gidecek diyebilir miyiz?

Ozan Açıktan: Öyle bir planım yok aslında Utku, çünkü iş birliği içinde olmayı sevdiğim bir sürü insan var. Gülse Birsel’in yazacağı herhangi bir senaryoyu çekmek için can atarım yine, illa ki kendi filmim olsun diye tutturmam. Sevdiğim bir şeyin parçası olmak da beni o kadar tatmin ediyor. Ama Spielberg’ün de yöntemi olan bir tane eve, bir tane piyasaya yöntemiyle devam etmeye çalışıyorum. Hayat şartları ne getirir, önüme gelen senaryolar kendi yazacağım hikâyelerden daha fazla heyecanlandırır mı bilmiyorum, onu göreceğiz.

Senaryonun kendisine ya da projenin içeriğine bakmadan bile bazen heyecanlanabiliyorum. Sırf çok sevdiğim bir aktörle çalışacak olmak bile bazen yeterli olabiliyor ilk adım için. Tabii şunu eklemeliyim. Netflix beni arayıp Atiye’yi çekmemi istiyor, ya da OGM Atiye’nin ilk üç bölümünü benim çekmemi, diziyi benim kurmamı isteyerek bana gelebiliyor. Bu, benim kuzey yıldızım olarak seçtiğim Soderbergh’ün ve Ridley Scott’ın ekolünde yaptığım bir şey. Bunları yaparken bir yandan da Netflix gelip onlar için bir film yapmamı ve bunun bir “Ozan Açıktan filmi” olmasını istiyor şimdi. Mesela Yarına Tek Bilet, Geçen Yaz, şimdi üçüncü bir filmin de anlaşmasını imzaladık. Bunları da yapabiliyor olmaktan dolayı, ikisinin de tadını çıkartmaya çalışacağım diye düşünüyorum.

Utku Ögetürk: FilmLoverss’ta yayınladığımız “Yönetmenin Seçimi” listende birbirinden farklı türde birçok film seçtiğini görmüştük. Az önce bahsettiklerinden de yola çıkacak olursak belirli bir türe sıkışmaktansa sanki serbest olmayı daha çok seviyorsun gibi gözüküyor. “Geçen Yaz”a geçmeden hemen önce şunu da sormak isterim, “şu türde şöyle bir filmi çekmeyi çok isterim” dediğin bir şey var mı kafanda?

Ozan Açıktan: Özellikle bir tür seçmem zor. Çok fazla reklam filmi de çektiğim için, biraz da “Türkiye’de popüler ve iyi bir sinema filmi için birini arayacaksanız beni arayın” densin diye çalıştığım için ve kendimi böyle konumlandırmak istediğim için; türün kendisinden değil de hikâyelerin içinden “Bana mutlaka dokunur.” dediğim şeyler olduğunu görmeye başladım. Yapamadığım, çekemediğim, hayata geçiremediğim filmleri yan yana koyduğumda daha iyi görüyorum aslında bunu. Yirmi tane hayal kuruyorsan bir tane film yapıyorsun ve bu oran 20’ye 1’se bayağı iyisin demektir.

Ben bu hayallerin 15’inde hayatın kırılganlığıyla, düzenin bir anda tersine dönmesiyle çok ilgilendiğimi görüyorum. Adaletin talihle paralel gitmesi, şansa göre de biraz adaletin dağıtılmasına, hayatın kırılganlığına takıntılı olduğumu düşünüyorum. Fakat bir yere varmadan, kafamdakileri bitirmeden ileriye bakarak bunları söylemek zor. Benim filmografim benim hakkımda bir şeyler söylerken, yan yana geldiklerinde benim dünyaya söylemek istediklerim hakkında ortak şeyler söylemiyor henüz. O yüzden öyle bir retrospektifi tamamlayabilecek pozisyona gelirsem, umarım birlikte geriye dönüp bakarız ve artık kırılganlık mı veya kendimde yeni keşfettiğim bir şey mi o her neyse ondan bahsederken hangi filmleri ve ne gibi anlatıları seçtiğime bakar bir fotoğraf çektiririz. Ama benim için mühim olan geri dönüp baktığımda o dönemde o film her ne ise kendimi canla başla, aşkla ve ruhla verebilmiş miyim? O sorunun yanıtı filmde var mı? İlk soru bu olacaktır. Sonra hepsi bir arada ne diyor veya hangi tür ağır basmış ona bakmak belki.

Bunlarla birlikte bakış açısı meselesine karşı bir takıntı başladı bende. Bir karakterin bakış açısının üzerinden hikâyeler anlatmak, filmcilik bağlamında daha yapısal bir şey aslında. Annemin Yarası, yuvaya sızan yabancıdır mesela ve Silsile’de de durum böyle. Bunlar beni tetikliyor aslında, yapamadığım bir iki filmde de aynı şey var. Böyle yapısal şeyler ileride de kendini tekrar edebilecekmiş gibi geliyor ama göreceğiz.

Utku Ögetürk: Senin deyiminle daha kendine yaptığın filmlere bakacak olduğumuzda filmlerinde ortak bir tema dikkat çekiyor: zaman. Silsile bir gecede geçiyor, Yarına Tek Bilet tek bilet de benzer bir şekilde bir yolculuk süresinde geçiyor yolculukta geçiyor. İçinde sıkışık kaldığımız sınırlı bir süre var aslında. Geçen Yaz ise tamamen bir yaz filmi, ana karakterimizin yazlığı girişi ile açılıyor, sezonun bitmesi ve dönüşüyle sona eriyor. Bu filmlerin, ortak bir zaman teması olduğunu söyleyebilir miyiz?

Ozan Açıktan: Aslında olay şu; bu oturup tasarlanmış bir durum değil, bunu belirtmem gerekiyor öncelikle. Fakat geriye dönüp bu üç filme baktığımda ve şimdi de hayalini kurduğum şeylerde de fark ediyorum ki hafıza ile ilgili bir takıntım var. Hatırladıklarımız ve hatırlamak istediklerimiz üzerine.

Silsile’de zaten geçmişle bir hesaplaşma var, Cenk’in içinde barındırdığı acıyı ortaya döküp dökmemeye dair sorgulamaları var. Yani evet, zaman konsepti filmlerim için belirleyici gibi gözüküyor, fakat aslında zamanın hafıza boyutu, hatırlamak, anılar, anıların bizi ne ölçüde olduğumuz insana dönüştürdüğü gibi temalar daha bağlayıcı üç film için de. Bundan sonra yapmak istediğim filmlerin hissiyatı da biraz bunlar üstünden kuruluyor. Hatta Netflix için yaptığım filmlerin üçlemesini bir aşk ve hafıza üçlemesi pozisyonuna getirmek üzereyim şu anda. Biri eski aşkların bugüne nasıl geldiği, biri ilk aşkın bizim içimizde nerede durduğu ile alakalıydı. Üçüncüsü de aynı bu filmlerim gibi, hafıza ile aşkın kesişmesi üzerinden ilerleyecek.

Zaman ile ilgili sorduğun soruya ise şöyle cevap verebilirim; Silsile, her şeyiyle kendi başıma ilgilenip kendi başıma yapabileyim diye ve dolayısıyla kendi evrenime kadar küçülebilip bu sınırlarda hikâye anlatabildiğim bir senaryoydu. Filmin bir gecede geçmesi, yaşanan olayların ateşini arttırdığı için böyle olmasını istedim. Dolayısıyla oradaki zaman konsepti aslında prodüksiyon ile bağlantılı bir karardı. Yarına Tek Bilet’in süre zarfı da aynı şekilde filmin öykü evrenine yakıştığı için o şekildeydi. Ve orada da eski aşklara kafayı takmalar, hesaplaşmalar gibi şeyler söz konusuydu. Yani zamanın hafıza ile bağlantılı olan kısmıyla daha çok ilgileniyorum gibi geliyor. Çünkü bir şeyleri unutmaktan çok korkuyorum. Sinemanın da benim için böyle bir anlamı da var. Bir hatırlama, hatırlatma aracı olarak görüyorum aslında. Bazı şeyleri unutuyor olmamız sağlıklı tabii, öbür türlü hayatlarımızı sürdüremezdik fakat bunun yanında hafızanın sakatlanması meselesi, yaşadığımız olağanüstü, olağan dışı olayları unutuyor olmamız düşüncesi beni çıldırtıyor. Sinema sanki bu yüzden hatırlama açısından çok değerli bir araç gibi geliyor, döneminin nabzını tutması da dâhil buna. 90’larla ilgili bir hikâyenin nabzını tutmak, eski sevgilinin yarasını, yakın arkadaşının kazığını, kız arkadaşının saçını eliyle arkaya atışının sende bıraktığı o hissiyatı hatırlamak da öyle. Bütün bunlar benim için bir nevi itici kuvvetler diyebilirim.

Utku Ögetürk: Geçen Yaz’ın ortaya çıkış hikâyesinden ve sürecinden bahsedebilir miyiz?

Ozan Açıktan: Şimdiye kadarki hikâyelerin içinde en hızlı yazılan hikâye bu. En hızlı senaryolaşan ve en hızlı yapılan filmim.

Annemin Yarası, Bekle Beni diye bir senaryonun aylarca etrafta dolaşması, IMDB’de başka yönetmen, başka oyuncularla duran bir projeyken, yıllar sonra Belçim Bilgin’in projeye dahil olması ardından Ozan Güven ve Meryem Uzerli’nin dahil olmasıyla BKMye gelen bir film oldu. Annemin Yarası’nın yapım süreci benim için belki o kadar uzun değil ama filmin geçmişi çok uzun. Aile Arasında için, Gülse’nin yazdığı filmin senaryolaşmasından önce en az 2 yıl. Bütün örnekler çok uzun süreye dağılan filmler. Silsile 8 yılda yazıldı, Yarına Tek Bilet ise 4 yılda yapılabildi. Geçen Yaz ise daha geçen yılın Kasım ayında Sami Berat’a verdiğim bir sipariş aslında. O da şaşırmıştı onu aramama, ben de bilmiyordum sebebini, kendisi sadece tiyatro oyunlarını beğendiğim iyi bir yönetmendi. Filmin senaryosunu yazmasını istedim, “Neden olmasın? Bir deneyelim.” diyerek aradım. O da yazacağını söyledi. Bir hikâye getirdi ve getirdiği hikâye, şimdi yaptığımız filmden tamamen alakasızdı. Benim siparişimden de alakasızdı. Ben bir taşra aşkı yapalım derdindeydim, Yeşilçam geleneğine farklı bir yaklaşım olsun istemiştim. O bana bir sitede geçen bir hikâye getirdi, siteyle ilgili bir filmdi yani. Biraz Lanthimos havasında bir işti, keşke yapabilseydik tabii ama benim kafam oraya gitmedi. Ben de bu aşk üçgenini onun içinden çekip çıkarttım.

Sonrasında Sami’yle yeni bir hikâyenin peşinden gittik. Dört-beş ay sürdü, pandemi işe yaradı aslında. Eve kapandığımız için başka bir işimiz olmadı, deli gibi film yazdık. Dolayısıyla ortaya çıkış hikâyesi, Sami’yle benim birbirimize yaklaşma ve birbirimizi tanıma, tanırken senaryoyu yazıp birlikte anıları eşeleme derken, “Bir Yaz Nesiz Olmaz?” gibi bir listenin üstünden geçtiğimiz bir dönem de oldu. Uzun süredir birlikte çalıştığım yol arkadaşlarımla yola çıkıp 4-5 yıl çalıştığım işlerden sonra, hiç tanımadığım biriyle 7 ayda prodüksiyonuna giriştiğim bir film ortaya çıkmış oldu.

Daha önce örneğin Silsile’de merak ettiğim bir şeyin peşinden gitmiştim, bu filmde ise; tanıdık bir yere gidip, insanlar izlediğinde ne hissedecek merakıyla ilerledim. 90’lar bizim için bir araştırma ihtiyacı olmayan bir dönemdi. O dönemin muhabbetinin, şakalarının nasıl inşa edildiğini bildiğim, Bodrum’da hayatın nasıl olduğunu yansıtabildiğim bir film oldu. O kadar içeriden bir yerden geliyor ki film, otobiyografik olmamasına rağmen, o hissiyat fazlasıyla tanıdıktı birçoğumuz için.

Araştırma sürecine gerek kalmaması, senaryoyu yazma sürecini hızlandırdı bu sırada ister istemez. Netflix’in bize verdiği son tarihe yetişme çabası da bizi motive etti. O yüzden bu filmin diğer filmlerime kıyasla oluşum sürecinin farklı olmasının sebepleri bunlar diyebiliriz.

Utku Ögetürk:  Türkiye’de aşk üçgenleri genelde entrika üzerine kuruluyor. Geçen Yaz ise hissiyat olarak biraz daha Seyfi Teoman’ın Barış Bıçakçı’nın romanından uyarladığı Bizim Büyük Çaresizliğimiz’e yakın diyebiliriz. Geçen Yaz’da da Bizim Büyük Çaresizliğimiz’de de, üçlü aşk hikâyesinden ziyade bir arkadaşlık hikayesi var ortada. Bu üçlü aşk, arkadaşlık hikâyesini biraz da senden dinleyebilir miyiz?

Ozan Açıktan: Aşk çok büyük bir kavram ve Geçen Yaz’daki karakterlerin yaşlarından dolayı bu üçlü aşk hikâyesi aslında arkadaşlık hikâyesi de sayılabilir, katılıyorum. 16 yaşında bir çocuğun aşkla kurduğu ilişki elbette çok sarsıcı ve çok derin olabilir, bunu küçümsemek adına söylemiyorum asla. Fakat artık 43 yaşında bir yönetmen olarak, aşk hakkında bir filmden ziyade; sadece aşkın bir katmanı, bir bölümü hakkında bir film çektiğimi söyleyebilirim. Böyle baktığımızda evet, bu bir arkadaşlık filmi, çünkü o yazın yani geçen yazın üstünden zaman geçti. Biz de o yazın filmini yaptık ve böylelikle o yazları bilmeyenlere o dönemlerin nasıl zamanlar olduğunu anlatırken, o yazları bilenlere de o tanıdık hissiyatı hatırlattık.

Bir bakıma bir barışma filmi aslında. Türk dizi sektöründeki aşırı dramatize edilen üçlü aşk hikâyelerinden daha farklı bizim hikâyemiz. Buradaki, çocuk bir kızı sevdi, kız onu geri sevmedi hikâyesi. Biz de çocuğun tarafından olaya bakarak, “Ya biz de zamanında birilerini sevdik, onlar bize yüz vermedi, bu hissi nasıl anlatırız?” sorusunun peşine düştük. Sonunda da o duyguyu seyirciye geçirdiğimizi düşündüğüm bir film oldu.

Utku Ögetürk: Yanlış hatırlamıyorsam Deniz karakterinin olmadığı hiçbir sahne görmüyoruz filmde. Anlatılan her ne kadar üçlü bir aşk ya da arkadaşlık hikâyesi olsa da aslında bu tamamen Deniz’in hikâyesi diyebilir miyiz?

Ozan Açıktan: Evet, tamamıyla Deniz’in hikâyesi ama Aslı’yı da çok iyi tanıyorum, Burak’ı da çok iyi tanıyorum, ablası Ebru’yu da çok iyi tanıyorum. İstesem hepsinin hikâyesini ayrı ayrı anlatabilirdim. Hepsinin hikâyelerinin tamamlandığı bir yazı var aslında, dördü birlikte bir yolculuğu tamamlıyorlar. Dolayısıyla hepsinin bir öyküsü var fakat biz Deniz’de kalarak, onun yaşadıklarına konsantre olmak için elimizden geleni yapıyoruz. Bunu biraz da filmin dilini tutarlı kılabilmek için de yaptım, yoksa Aslı’nın hikâyesine de girmek istiyordum fakat filmde çoklu bir anlatı olsun istemedim. Film dilinde bir tutarlılık yakalamak adına öykü hattını Deniz’e sabitlemeye çalıştık. Duygunun merkezi de oydu sonuçta.

Utku Ögetürk: Özellikle son birkaç yılda dizi sektörünün sinemayı yakalamasıyla birlikte, diziler de en az sinema filmleri kadar akılda kalan yapımlara dönüştü. Geçen Yaz’ı dizi olarak tasarlamayı, diğer karakterlere de daha uzun yer vermeyi düşündün mü?

Ozan Açıktan: Hiç düşünmedim açıkçası çünkü Geçen Yaz bana zaten bu kadarlık bir öyküymüş gibi geldi. Geçen yazın öyküsüydü bu sadece, belki karakterlerin Trainspotting’deki gibi 10 yıl sonra nerelere geldikleri üstünden bir yere gidilebilir, illa böyle bir yol izlemek durumunda kalırsam. Ama hiç aklıma böyle bir şey gelmedi.

Utku Ögetürk: Filmin en güçlü olduğu alanlardan bir tanesi de oyuncu performansları. Çok genç oyunculardan kurulu olmasına rağmen toplu performansın dikkat çekici olduğunu söyleyebiliriz. Bu  film özelinde oyuncu yönetiminden bahsedebilir miyiz?

Ozan Açıktan: Bunu duymak çok hoşuma gidiyor çünkü bugüne kadar oyunculuğa dair öğrenmeye ve kendime katmaya çalıştığım her şeyi ortaya koyabildiğime inandığım bir film Geçen Yaz. Oyuncuların bir bölümünün ilk tecrübeleri olmasıyla, diğer bölümünün de kendilerini bana teslim edip bana güvenmeleriyle çok alakası var bu durumun. Kilometresi çok olan yıldız oyuncularla, ya da benim yorumum olmadan kendi performanslarından çoktan emin olan oyuncularla çalışınca ortak yolu bulmak bazen zor olabiliyor. Burada herkesin teslimiyeti benim şimdiye kadar keskinleştirdiğim bir yaklaşım diyebilirim.

Aslında hep bir sonraki filme bir öncekinden fazla ne koyabilirim, benzeştirmeden yine aynı heyecanı nasıl yakalayabilirim diye baktım projelerime. Filmografime baktığımda bir öğrenme yolu görüyorum. Nihai bir film olduğuna şu an inanmıyorum, bir gün ulaşırsam da zaten konuşuyor oluruz illa ki. Şu an Ozan var, yaptığı filmler var, bir yerlere gidiyor ve bu sırada akılda kalıcı hikâyeler anlatmaya çalışıyor.

Böyle bakınca, Yarına Tek Bilet tamamen oyunculuğa konsantre olduğum bir işti. Hem Dilan’la hem Metin’le oyunculukları ve karakterlere olan yaklaşımları dışında başka hiçbir şey aramıza girsin istemedim. O yüzden filmin ışığı doğal bir ışık, trende yanıp sönen ışıklar var. Tabii ki çok uğraştık sinematografisinin doğal olması için ama filmin özü Dilan’ın, Metin’in ve benim oyunculuk hakkında yaptığımız bir deneydi. “Nasıl bir sonraki repliği unutup oyun oynamaya devam edebiliriz ezberimiz tam iken?”, bütün olay bu. “Nasıl birbirimize teslim olur, birbirimize güveniriz?” sorularının en ekstrem deneyiydi benim için. Çünkü film yapımıyla ilgili diğer elementler, ışığın yetişmesinden tut, yapımcının beklentisine kadar, araya girdikçe, bütün o denemelerin ve kontrol manyaklığının içinde oyunculuğu kaçırabiliyor insan bazen. Yarına Tek Bilet’te benden, senaryodan ve oyunculardan başka suçlayacak kimse olmasın istemiştim.

Sinema, öykü, performans ve sinema dilinden kuruluyor. Her birinde ustalaşmak sonra da bunların birlikte bir uyumla bir duygu yaratmasını, seyircide bir anı oluşturmasını hedefliyoruz. Ben bunun için her başlığa ayrı ayrı eğilmeye çalıştım eğitimimde ve projelerimde.

Böyle bakınca, Geçen Yaz’ın ise bir “performansı sinema diliyle bir araya getirme projesi” olduğunu söyleyebiliriz. Yarına Tek Bilet hedefim önce oyunculuktu. Geçen Yaz’da bir yaz atmosferiyle oyunculuk performansını, kurguyla oyunculuk performansını bir arada var etmek için, oyunculuğu sinematik bir dille bir arada var etmek için bir adım attım. Bunu Aile Arasında’da da yapmıştık aslında. O da bir sinema dilinin, o zaman Yeşilçam 2017 demiştik biz buna, Ertem Eğilmez ile bugünü karıştırma, doğaçlama gibi duran fakat tamamıyla yazılmış olan laflarla bir sinematografi içinde olabilmesiydi. İkisi de oyunculuk ile sinema dilini bir araya getirebilme deneyleri benim için bir bakıma. Komedi alanında “Aile Arasında” benim için bu deneyin zirvesiyken, “Geçen Yaz” da oyunculuk anlamında, “Bence hayat böyle daha iyi anlatılıyor.” dediğim bir üslubun; kameranın, dekupajın, ışığın, sinematik problemlerin çözümleriyle bir arada olup olamayacağının bir denemesi oldu. Genç bir oyuncu kadrosuyla da çalışınca ayağıma dolanan başka engeller olmadı aslında. Direkt çalışmaya başlayabildik, o anlamda benim için bir basamak bu yani.

Utku Ögetürk: Bugüne kadar hep daha tanınmış isimlerle çalışırken, bu filmde ismi genel olarak henüz çok da duyulmamış isimlerin tercih edildiğini görüyoruz.

Ozan Açıktan: 16 yaşında bir çocuğun hikâyesini anlatırken kullanabileceğim ne kadar isim olan biri var ki Türkiye’de? Olsaydı o isme de giderdim mutlaka. Ben oyunculara isim, ünlülükleri veya  geçmişleri kalabalık ya da değil gibi yaklaşmıyorum. Bir filmin yapımı için ne gerekiyor ona bakıyorum sadece. Öncelikle iyi bir oyuncu gerekiyor. O yüzden iyi bir oyuncu neredeyse ona gidiyorum. Bir kuşakla birlikte büyüdüğümüz için, onlar da benimle birlikte büyürken ünlü oldular ve benim iyi oyuncu referanslarım da onlar oldular. Ne mutlu ki aynı zamanda tanıdık birbirimizi ve “Kimin filmi?” denince ismini yazabileceğimiz insanlar bir araya geldi.

Annemin Yarası gibi bir arada dört büyük ünlünün olduğu bir film de olmuş oldu, Silsile’de başka türlü bir birliktelik oldu derken hepsinde ünlü isimlerle çalışma imkanı denk geldi bana. Silsile’de Esra Bezen Bilgin var mesela. Kimse sinemadan tanımıyordu Esra’yı, ben tiyatroda hayranıydım. Esra, o rol için en doğru kişi olduğu için orada oldu. Ya da Silsile’de tanınmamış bir çok oyuncu var, onlar da o dönemde bilinmiyorlardı, şimdiyse Aytaç Uşun var etrafta, değerli bir oyuncu hâline geldi.

Bir de, filmin birilerine ulaşabilmesinde önemli yeri olan tanıdıklık oranının bu filmde az olması bir işe yarıyor. 16-18 yaşlarındaki kadronun yeni yüzler olması, öykünün inanılırlığını bu hikâyede arttırdı. Trende de bana sorarsan Dilan’la Metin birlikteliği merakı arttırmıştı. O kimyadan ne çıkacak bilmiyorduk. Trene iki tane ateş parçasını koymuş gibiydik, flört elementi önemliydi. David Foster Wallace’ın lafındaki gibi, sanat üstüne konuşurken, “-izm”lerle dert ile yaratıcının ilişkisi üzerine konuşuluyor fakat özünde seyirci oraya, ona ilk 15 dakikada ne vadettiğimiz görmek için oturuyor. Ben o flörte çok inanıyorum, Dilan’la Metin’in enerjisinin merakı Yarına Tek Bilet’i ateşlemişti benim için. Onları bir kompartımana sıkıştırıp, bu kadar güzel insanı 90 dakika izlemek bile kendi başına bir tatmin hissiyatı yaratabilecekken, üstüne bir de hikâyeyi koyduk.

Geçen Yaz’da ise tam tersi oldu. Ece, Aslıhan ve Halit dışında, pek tanıdık kimse yoktu. Kubilay ve Süreyya’yı bir kenara ayırıyoruz tabii daha küçük rolleri olduğu için. Bu, o yazın “geçen yaz” olduğuna inanmamıza izin veriyor diye düşünüyorum.

Utku Ögetürk: Geçen Yaz üzerine çalışırken filmin temaları olan yaz ayları, arkadaşlık ve ilişkiler üzerine günümüz Türkiye’si ile 90’lar arasındaki farklar  üzerine düşündüğünde neler hissettin?

Ozan Açıktan: Naif kelimesi kafamda çok döndü, diyaloglarda olsun, tavırlarda olsun, ilişkilere yaklaşımlarda olsun, başat kelime benim için hep naif oldu pozitif anlamda da negatif anlamda da.

Pozitif anlamda şöyle; insanlar ilişkilerdeki davranışlarının sonuçlarını direkt görebildikleri için, hiçbir şey dolaylı yolla aktarılmadığı için mesajı at, küfrü bas, klavyeşörlük yap, gibi günümüzdeki agresifliğe maruz kalmıyorlar. Birinin kalbini kırdıysan bunu mesajla anlamıyorsun, en fazla tahmin edebiliyorsun. 90’lardaki en önemli mesele bu dolaylılığın olmaması. Doğrudanlık, söz konusu olunca da bir korku oluşuyor. Birbirini kırmaya, yanlış yapmaya dair korkular var. Negatif tarafta ise, kendini ifade etmeye dair bir korku var. O naiflik bu iki taraftan birlikte geliyor diye düşünüyorum.

Bir de yazın tadını çıkartmaya gelince, o dönemlerde zamanla olan ilişkinin biraz daha tırnaklarını geçirerek kavrayabildiğin bir şey olduğunu düşündüm. Kumundan tut da kayalığına, güneş yanığından çık da anne fırçasına kadar her şey seninle direkt ilişki kurduğu için, bunların sende yer edişinin şimdiki yazlardan biraz daha farklı olduğunu düşündüm. Şimdi cep telefonun var, fotoğrafı çekiyorsun, seninle kaldığını zannediyorsun o anın. Unutmak için yer açılıyor, fakat sende ne kadar yer ediyor o da tartışılır. Bunların yanında sıkılmak denen şey de yok. Sıkılmaya izin yok şimdi. Aç telefonu, bir yerlere gir, bir platformda takıl, Google’da bir şey ara, birini stalk‘la, Instagram’da takıl… Buradan 90’lara baktığında, hatırlıyorsun ki “sıkılıyorduk” yani. Canımız sıkılıyordu. Kumu eşeliyorsun, kumu eşelediğin için oradan bir oyun çıkıyor ya da çıkmıyor. Karşılıklı bir şey konuşuyorsun, konuşmuyorsan da o sessizlikte kalıyorsun. Bugünlerde kaç kez sessizliklerde öylece kalıyoruz? Manasız manasız denize falan bakıyor muyuz? Denize bakmak artık manalı bir şey olmak zorunda, üstüne meditatif bir tavır eklenmesi gerekiyor. Çokça bunları düşündüm diyebilirim. Sıkılmaya izin yok şimdilerde. Ve tabii pandemi bütün bu doğrudanlıkla ilgili yepyeni bir parantez açtı.

Utku Ögetürk: Bir filmi sinema perdesi için tasarlamakla dijital platformda yayınlanacak -önceliğin  televizyon, iPad, cep telefonu gibi daha küçük ekranlara sıkışacağını bilerek- şekilde çekmek arasında yönetmenlik açısından ne gibi farklılıklar oluyor?

Ozan Açıktan: Birçok şey değişiyor öncelikle, temelinde ölçek değişiyor zaten. Kadraj, sinematografik anlamdaki yaklaşım değişiyor.

Geçen Yaz, eğer sinema perdesinde oynayacak olsaydı, geniş planlar çok daha geniş olurdu bir kere. Yakın planlar da çok daha yakın olurdu. Ölçek kontrastı daha büyük olurdu yani. Mesela benim görüntü yönetmenim Maciek Sobieraj, çok daha geniş planlar tercih ederdi, ben de ederdim. Fakat biz hep yaklaştık, bu sinemada değil, küçük ekranlarda gözükecek diye düşündük. Coen Kardeşler’in bir filminin kamera arkasında görmüştüm yıllar önce; siyah bantlardan kafalar kesip monitörün altına koyuyorlardı, sinema perdesinin büyüklüğünü monitörde kendilerine hatırlatmak için. Ölçek duygusu, gösterdiğin detayın büyüklüğü ya da küçüklüğü, ne kadar yaklaştığın, kameranın olaya fiziksel yakınlığı, seçtiğin ölçeğin kararı buradan veriliyordu. Annemin Yarası’nda da Aile Arasında da kullandım bu yöntemi. Bu filmde özellikle küçülttük, daha küçük ekranlarda da seçilebilir olsun diye. Mesela bu çok makro bir fark zaten.

Utku Ögetürk: Film dilini de etkilemiyor mu bu durum?

Ozan Açıktan: Benim yaklaşımımda etkilemiyor. Bunu düşünmedim hiç, “Bu hikâyeye nasıl yaklaşırsam acaba iyi anlatabilirim?”, ya da “Daha önce yapmadığım ne yapabilirim?” dediğim için hiç öyle bir duyguya kapılmadım açıkçası. Atiye’yi çekerken de öyle bir duygum olmadı, makro düzeyde sadece ölçekleri fark ediyor.

İkincisi, sesin final halinin de değişiyor oluşu. Biz çok profesyonel odalarda en son teknolojiyle çalışıp miks yapıyoruz normalde. Yüksek kalite için bu yapılıyor. Fakat son tüketiciye o an ulaşabiliyorum şu anda, ses yaptığım yerde. Nasıl ulaşabiliyorum? Bilgisayarıma filmi koyduğumda son tüketiciyim, sinemada o şansımız olmuyordu. Sinemada şu oluyor; bitiriyorsun, sinema salonunda miks yapıyorsun, fakat o salon da sen miks yap diye yapılmış bir yer, gerçek bir sinema salonu değil yani. Kendi hayatı yok, hırpalanmış değil, orada az önce oynamış bir film yok, az önce değiştirilmiş bir lens yok. Sen orada zaten kendi filminin sesini iyi duyabilmek için miks yapıyorsun sadece. Dolayısıyla kalkıp “Ya acaba seyirci bunu nasıl dinleyecek?” diye gittiğin yere bir kere gidiyorsun, kulağında kaldığıyla geri dönüp miksi tekrardan yapıyorsun. Şimdiyse elimde şu var: Ulaş’la yapıyoruz seste miksi, bu yüksek teknolojide her şey çok iyi, kabul ama bakalım Netflix’in yayınladığı alanlarda nasıl duyulacak deyip bilgisayara koyuyoruz filmi, hoparlörler küçülüyor ve o zaman miksi değiştiriyorsun. En küçük hoparlörden bile iyi sonuç alabilmen, seslerin ayrılması gerekiyor. Bu film özelinde özellikle miksi değiştirdim. Ses tasarımcımız Ulaş Ağce, “Böyle miks yaptığımızı herkese anlatmayalım ya, çok ayıp, bu kadar malzeme var burada. Böyle ciddi bir salonda ses yapıyoruz, sen gelip iki tane küçücük kolondan mikse bakıyorsun.” dedi. Ama herkes buradan dinleyecek, dolayısıyla ben esas onu merak ediyorum. Önemli olan sesin ya da görüntünün sana nasıl geldiği. Görüntüde yeni izleyicinin nasıl bir görüntü istediğini iyi kötü biliyoruz, fakat ses benim için yepyeni bir alandı bu anlamda.

Hikâye anlatımına gelirsek, Netflix’teki büyüme hikâyelerine ve gençlik filmlerine baktım. Tabii ki bir noktada bir benzeşme, birbirini tekrar etme gibi şeyler yaşanıyor. Çokça üretilince bazı temaların üstüne tekrar tekrar basılıyor. Bunu yapmamak için sinema dilinde daha yavaş bir ton kullanmaya çalıştım. Sahneleri hızlandırdık, çok kısa sahneler var, 200’e yakın sahne olması lazım Geçen Yaz’da. Tempolu bir film aslında ama sahnelerin içi yavaş. Bunu sinemaya çıkıyor olsam da yapardım. Şu an yanyana olduğum hangi filmler var diye mutlaka bakardım yani.

Utku Ögetürk: Ben senin filmlerine baktığım zaman hep aynı şeyi hissediyorum; arthouse yaklaşımıyla ana akım film yapıyormuşsun gibi bir izlenim veriyor bana, buna özellikle dikkat ediyor musun?

Ozan Açıktan: Tabii. Benim gibi olmasını istiyorum filmlerimin. Ben böyle biriyim yani, ticari sinema için sanatsal içerik, sanat sineması için de ticari içerik gibi bir yerde duruyorum. “Cross-over” diyorsunuz ya sinema camiasında, benim temel hedefim ve beğendiğim filmler de hep böyle. Hem bir derinliği ve önermesinde katmanları olan, filmi anlamak için dünyayla ilişki kurduğunuz bağların birkaç tanesinin sokaktaki herhangi bir adamdan fazla olmasını bekleyen filmler diyelim bir bölüme. Bir de böyle “Ya bu akşam çok yorgunum, bir şey açalım da izleyip iyi vakit geçirelim” tonunun yakalanmasını istiyorum. Dolayısıyla bu anlamda iki tarafı bir araya getirerek hakkını vermek istiyorum yaptığım işin.

Utku Ögetürk: Geçen Yaz’ı henüz izlemeyen seyirciler için hangi filmleri örnek verebilirsin tematik olarak?

Ozan Açıktan: Call Me By Your Name’i verebilirim bir kuzey yıldızı olarak, ama baktığında alakası olmayan iki ayrı film. Bir yandan duygudaş diyebiliriz; yaza yaklaşıyor olma hissi, o yazda kırılan kalpler, arzular ve önlerindeki engellerle ilgili bir benzerlik olabilir belki ama öykü evreni ve anlattığı şeyler apayrı. My Summer of Love vardır onun dışında, yine alakası yok ama bir dönüştürücülük hikâyesi var orada da iki kızın tanışmasından doğan. O da bir çağrışım yapabilir bu yönüyle. Ozon’un 85 Yazı’nı seyretmedim, fakat bu filmimle François Ozon’un filmlerine yaklaşabilmiş olmayı çok isterim. Ozon sinemasının atmosferinde bir film mi izliyoruz, karaktere mi kapılıyoruz, içinde mi kayboluyoruz bilemediğimiz tatlı bir harman var ya, onu çok seviyorum.

Utku Ögetürk: Hem Call Me by Your Name örneği hem de Ozon filmlerini düşününce Geçen Yaz da daha gösterişli, belki daha erotik ve biraz daha sert bir film olabilirmiş gibi hissediyorum. Bunun üzerine düşündün mü?

Ozan Açıktan: Evet, düşündüm. Bu da ben kimsem filmlerimde onu ortaya koymaktan çekinmediğim için olan bir şey. Biraz daha canlı, parlak, görsel anlamda ateş eden resimleri seviyorum. Bu, benim hayatımın bir parçası olduğu için ve böyle filmleri seyretmeyi sevdiğim için de olan bir şey. Ama biraz daha fazla plan sekansları olsun isterdim senaryo buna izin vermedi, Ozon’un sinemasında çok vardır o. Plan sekans gibi durmayan ama kesintisizliği hissedersin yani. Bunlardan daha fazla yapmak istiyordum fakat senaryo buna izin vermedi. Senaryodaki karakterin etkileşimi sebebiyle o matematiği tam çözemedim. Dolayısıyla istediğim kadar yaklaşabildiğimi düşünmüyorum Ozon’un bende yarattığı hissiyata.

Utku Ögetürk: Başat kelimenin “nahif” olmasına değinmiştin. Belki de bu film ile bahsettiğimiz filmler ve yönetmenlikler arasındaki fark biraz da bununla alakalı olabilir.

Ozan Açıktan: Türk olmamla da alakalı bu. Ben Türk orta sınıfındayım, o Fransız orta sınıfında. Onların yaşadıkları dalga boyuyla bizimki, hem entelektüel hem de deneyim anlamında çok farklı. Bilinçli olmasa da 90’larda apolitize olması için özel anlamda balonların içinde yetişen çocuklardık, inanılmaz imgelerin altında büyüdük. 90’lar en fazla faili meçhullerin olduğu zamanlardı, rekor kırmıştı. Bunlar olurken biz çocukluğumuzu, gençliğimizi yaşıyorduk. O dönemin karanlığını, cinayetleri sanki magazinin arkasına saklıyorlardı. Dolayısıyla bu net imajlar, magazin ekleri, vs. benim çocukluğumun bir parçası.

Fransızlarda da başka şeyler var. Edebiyatlarında olsun, kültürlerinde olsun, birey olmak onlara daha yakın bir şey. Biz daha cemaat, cemiyet, grup içinde olmak, gibi dertlerin içindeyiz. Kötü de değil bence, ben mutluyum bunun bir parçası olmaktan ama bu sinemadaki dramatik çatışmayla senin kurduğun ilişkiyi yuvarlıyor. İçerik daha yumuşak ve nahif olunca da imajları biraz daha agresif kılmaya çalışıyorum belki.

Utku Ögetürk: Filmin adı 97 Yazı olarak lanse edilmişti yanlış hatırlamıyorsam. Hatta en son kontrol ettiğimde  IMDb’de de öyle görünüyordu. Yayınlanmasına kısa bir süre kala değiştirerek Geçen Yaz’da karar kıldınız sanırım. Bunun sebebi nedir?

Ozan Açıktan: Evet o gerçekten son anda verdiğimiz bir karar oldu. 99 Yazı diye bir roman var, yazarı Arzum Uzun, rahatsız oldu bu benzerlikten. Ben de kendisine yedi tane sinema filmi yapmış bir yönetmen olarak yaratıcı haklarına ne kadar saygı duyduğumu, hikâyesini okumuş olsaydım kitabın haklarını alma yoluna gitmiş olacağımızı, fakat bunun benim kendi öyküm olduğunu izah ettim. Kendisi de ikna da oldu ama kitabın daha sonra film veya dizi olmasını engellememek adına bir benzerlik olsun istemedik, ismi geri çektik.

Utku Ögetürk: Son olarak, dünyada yönetmenlerin dijital platformlarla ciddi anlaşmalar yaptığının çok fazla örneğini duyuyoruz. David Fincher Netflix işbirliği gibi örneğin… Türkiye’de senin bu konuda öncü olduğunu söyleyebiliriz sanırım.

Ozan Açıktan: Netflix’le, Atiye gibi diziler çekip siparişlerini yerine getirebilecek bir ilişkim vardı zaten. Yarına Tek Bilet ile birlikte “Bize başka filmler de yapsana, sadece Netflix’te olsun.” dediler. Bunu da şimdilik sadece bir üçleme olarak adlandırdık. Yarına Tek Bilet, Geçen Yaz ve bir sonraki yapacağım film olarak üç tane Netflix filmi olacak. “Ozan Açıktan Filmleri” olarak bir anlaşmamız var. Ben çok memnunum bu durumdan. Bu sayede bir sürü dile çevriliyor filmlerim ve daha fazla insana ulaşabiliyor. Geçen Yaz gibi bir filmin sinema salonuna girmesi için ya da bunun istediğim bütçelerde yapılabilmesini sağlamak için benim iki tane daha Aile Arasında yapmam gerekirdi sinemada. Ya kendi paramla Geçen Yaz’ı yapacaktım Yarına Tek Bilet’i yaptığım gibi, ya da bu iki filmi yaptığım için bir yapımcı bana bunu yapmamı söyleyecekti. Netflix benim gözümde şu an işlerimi destekleyen, “Biz senin sinemana inanıyoruz, bizde sana yer var, seyirci de bununla ilgileniyor.” diyen bir platform.

Utku Ögetürk: Hayırlı olsun diyorum o hâlde. Filmin yolu açık olsun diyorum. Çok teşekkürler bu röportaj için.

Ozan Açıktan: Rica ederim.

Daha yazı yok.
Filmloverss.com size daha iyi hizmet sunmak için çerezleri kullanır. Sitede gezerek çerezlere izin vermiş sayılırsınız. Ayrıntılı bilgi close-cookie-information