Entelektüel bir insanı, onun kendiyle, çevresiyle ve hatta kültürüyle yaşadığı çelişkilerin sinemada ne denli nitelikli işlendiğini, buradan doğan hikâyelerin sinemaya ne kadar yakıştığını, toplumdaki aydın sorununun ne kadar kaliteli filmlere vesile olduğunu biliyoruz. Bireysel olduğu kadar toplumcu bir gözle de işlenmesi gereken bu filmler, altından kalkması oldukça zor olan bir senaryo, anlatı ve reji becerisine gereksinim duyar. Bunu bir romanda ya da bir kısa öyküde yapmanın zorluğunu ya da kolaylığını bir kenara bırakalım; sinemanın görsel-işitsel anlatı dünyasında entelektüel bir karakteri layığıyla işlemek, onu inandırıcı bir forma sokmak, öykünün gereksinim duyduğu anlatı yapısını kurmak, gerçekten yetkinlik isteyen bir iş. Bu amaçla yola çıkan bir film, eğer bu konularda yetersiz kalırsa, üzerinde durmak istediği entelektüel zemini kaydırıp tepetaklak olarak son derece yüzeysel bir çalışma kimliğine bürünecektir. Bana göre bir filmin, kitabın veya herhangi bir başka sanat eserinin, "sanat" üzerine kaygıları, entelektüellik üzerine anlatmak istediği konuları varsa, bir "üst bakışa" da sahip olması gerekir. Buradaki üst bakış; odaklanmak istediği konu, fikir ya da sanat dalı hakkında yeterince düşünülmüş, hatta ardında eserler bırakılmış, o konu hakkında derinleşebilmiş olmayı bekler. Elde edilen bu derinlikle, odaklanmak istenilen konuya biraz daha tepeden, biraz daha 'uzaktan' ve üstten bakılır. Daha basit bir ifadeyle, aydın bir insanın çelişkilerini, gündelik sıkıntılarını, o aydın insan kadar düşünmeden, en az onun kadar yol almadan anlatamayız. Yazarlık mevzubahis olduğunda, alışıldık şekilde ilk olarak Dostoyevski’yi anmak hoşuma gitmese de, Şair filminden çaldığım o yüzeysel tavırla -Filmde de Dostoyevski’nin adı sıkça geçiyor- yerinde bir örnek vermeyi uygun buluyorum: Yeraltından Notlar’ı yazmak için, biraz da olsa yeraltında olmak gerekmez mi? Yazacağı yeni romanı için kendi ‘’Babil Kulesi’’ne çekilmiş, kısmen izole bir yaşam süren yazar Ahmet Dirimlioğlu’nun, bir çeşit yaratıcılık krizine saplanmasıyla başlıyor film. Penceresiz, gün ışığı almayan, kameranın sürekli yüksekte konumlanarak gösterdiği odasında 6 aydır bir roman yazmak için didinen Ahmet’i, iç dünyası ve dış dünyasıyla birlikte izliyoruz. Daha burada bile film, çizmek istediği aydın karakterinin ve filmin potansiyel entelektüel zeminini yok ediyor. Ahmet’in odasında bize defalarca gösterilen Pieter Brueghel'in Babil Kulesi tablosunun varlığı, yazarın dikkatini dağıtan sinek metaforu, klişe sanrıları, bozuk ortam sesleri gibi ilk 15 dakikada gördüğümüz ve duyduğumuz her şey sadece bir kitsch’liğe hizmet ediyor. Böylesi anlatım tercihleri, filmdeki yazar "karakterini" bir tiplemeden öteye geçiremiyor ne yazık ki. Oysa bir filmde entelektüel bir karakter anlatılmak isteniyorsa, bunun üzerinden toplumsal bir sorgulamaya gidiliyorsa, tiplemenin o sıradanlığına başvurulmamalıdır. Hiçbir entelektüel kaygı, alışılmışın, sıradanlığın ve göze hoş gelenin tembelliğine sırt dayayamaz. Şair: Kitsch Bir Entelektüel Tiplemesi Mehmet Emin Yıldırım'ın yazıp yönettiği filmin en büyük problemlerinden biri, karakterlerin kendini çok fazla anlatması. Sırtını diyaloğa veren bir film için bu başta normal görünebilir ama Şair'in temel olay örgüsünün tek bir sahnedeki uzun bir replikle verilmesi, o andan sonra izleyeceklerimizi değersiz kılıyor. Ahmet, filmin henüz başlarındayken yaptığı bir röportajda, filmin geri kalanında karşılaşacağımız temel anlatı ve olay formunu aktarıyor bizlere. Ahmet, röportaj sırasında bir sonraki romanı için detay verirken şu cümleleri sarf ediyor: "Bir yazarın gündelik hayatıyla, kendi kurduğu kurgusal evreni arasında sıkışmışlığıyla alakalı bir hikâye." Bu andan sonra, filmde izlediğimiz de tam olarak böyle bir yapı. Yazar, buradan…

Yazar Puanı

Puan - 20%

20%

En iyi ihtimalle yönetmenin, bu filmde kendi karakteriyle dalga geçtiğini, yani sığ bir entelektüel, aydın tiplemesi üzerinden yeniden okuma yaptığını düşünmek istersek, belki bu filme bir nebze hak vermemiz mümkün olabilir.

Kullanıcı Puanları: 2.2 ( 5 oy)
20

Entelektüel bir insanı, onun kendiyle, çevresiyle ve hatta kültürüyle yaşadığı çelişkilerin sinemada ne denli nitelikli işlendiğini, buradan doğan hikâyelerin sinemaya ne kadar yakıştığını, toplumdaki aydın sorununun ne kadar kaliteli filmlere vesile olduğunu biliyoruz. Bireysel olduğu kadar toplumcu bir gözle de işlenmesi gereken bu filmler, altından kalkması oldukça zor olan bir senaryo, anlatı ve reji becerisine gereksinim duyar. Bunu bir romanda ya da bir kısa öyküde yapmanın zorluğunu ya da kolaylığını bir kenara bırakalım; sinemanın görsel-işitsel anlatı dünyasında entelektüel bir karakteri layığıyla işlemek, onu inandırıcı bir forma sokmak, öykünün gereksinim duyduğu anlatı yapısını kurmak, gerçekten yetkinlik isteyen bir iş. Bu amaçla yola çıkan bir film, eğer bu konularda yetersiz kalırsa, üzerinde durmak istediği entelektüel zemini kaydırıp tepetaklak olarak son derece yüzeysel bir çalışma kimliğine bürünecektir. Bana göre bir filmin, kitabın veya herhangi bir başka sanat eserinin, “sanat” üzerine kaygıları, entelektüellik üzerine anlatmak istediği konuları varsa, bir “üst bakışa” da sahip olması gerekir. Buradaki üst bakış; odaklanmak istediği konu, fikir ya da sanat dalı hakkında yeterince düşünülmüş, hatta ardında eserler bırakılmış, o konu hakkında derinleşebilmiş olmayı bekler. Elde edilen bu derinlikle, odaklanmak istenilen konuya biraz daha tepeden, biraz daha ‘uzaktan’ ve üstten bakılır. Daha basit bir ifadeyle, aydın bir insanın çelişkilerini, gündelik sıkıntılarını, o aydın insan kadar düşünmeden, en az onun kadar yol almadan anlatamayız. Yazarlık mevzubahis olduğunda, alışıldık şekilde ilk olarak Dostoyevski’yi anmak hoşuma gitmese de, Şair filminden çaldığım o yüzeysel tavırla -Filmde de Dostoyevski’nin adı sıkça geçiyor- yerinde bir örnek vermeyi uygun buluyorum: Yeraltından Notlar’ı yazmak için, biraz da olsa yeraltında olmak gerekmez mi?

Yazacağı yeni romanı için kendi ‘’Babil Kulesi’’ne çekilmiş, kısmen izole bir yaşam süren yazar Ahmet Dirimlioğlu’nun, bir çeşit yaratıcılık krizine saplanmasıyla başlıyor film. Penceresiz, gün ışığı almayan, kameranın sürekli yüksekte konumlanarak gösterdiği odasında 6 aydır bir roman yazmak için didinen Ahmet’i, iç dünyası ve dış dünyasıyla birlikte izliyoruz. Daha burada bile film, çizmek istediği aydın karakterinin ve filmin potansiyel entelektüel zeminini yok ediyor. Ahmet’in odasında bize defalarca gösterilen Pieter Brueghel’in Babil Kulesi tablosunun varlığı, yazarın dikkatini dağıtan sinek metaforu, klişe sanrıları, bozuk ortam sesleri gibi ilk 15 dakikada gördüğümüz ve duyduğumuz her şey sadece bir kitsch’liğe hizmet ediyor. Böylesi anlatım tercihleri, filmdeki yazar “karakterini” bir tiplemeden öteye geçiremiyor ne yazık ki. Oysa bir filmde entelektüel bir karakter anlatılmak isteniyorsa, bunun üzerinden toplumsal bir sorgulamaya gidiliyorsa, tiplemenin o sıradanlığına başvurulmamalıdır. Hiçbir entelektüel kaygı, alışılmışın, sıradanlığın ve göze hoş gelenin tembelliğine sırt dayayamaz.

Şair: Kitsch Bir Entelektüel Tiplemesi

Mehmet Emin Yıldırım’ın yazıp yönettiği filmin en büyük problemlerinden biri, karakterlerin kendini çok fazla anlatması. Sırtını diyaloğa veren bir film için bu başta normal görünebilir ama Şair’in temel olay örgüsünün tek bir sahnedeki uzun bir replikle verilmesi, o andan sonra izleyeceklerimizi değersiz kılıyor. Ahmet, filmin henüz başlarındayken yaptığı bir röportajda, filmin geri kalanında karşılaşacağımız temel anlatı ve olay formunu aktarıyor bizlere. Ahmet, röportaj sırasında bir sonraki romanı için detay verirken şu cümleleri sarf ediyor: “Bir yazarın gündelik hayatıyla, kendi kurduğu kurgusal evreni arasında sıkışmışlığıyla alakalı bir hikâye.” Bu andan sonra, filmde izlediğimiz de tam olarak böyle bir yapı. Yazar, buradan sonra ikiye bölünüyor. Kendi iç dünyasında narsist, bireyci tarafını önemseyen ama öteki yandan, dış dünyasında samimi olmaya çabalayan, maneviyatı öne atan, bireyselliği dışlayan bir karakter olarak çizilmeye çalışılıyor. Çizilmeye çalışılıyor diyorum çünkü filmde bu karakter çalışmasının titizliğine rastlamak mümkün değil. Birkaç diyalogla verilmeye çalışılan, derinlikli gibi duran ama son derece yüzeysel kalmış bir karakter çalışması var karşımızda. Hatta film çizmek istediği bu karakteri de yine hatalı bir şekilde Ahmet’in dilinden, direkt olarak onun sözleriyle anlatıyor. Bir dramatik durumun içinde Ahmet veya diğer karakterlerle ilgili herhangi bir bilgi yerleştirilmiyor, neredeyse her şey diyaloglarla veriliyor. Onunla röportaj yapan kişiye Batı (Bireycilik, yalnızlık, narsistlik-bunlar benim değil, filmin görüşüdür) ve Doğu (Maneviyat, aitlik, birlik – bunlar da benim değil, filmin görüşüdür) kültürü arasındaki farkları aktaran ve yeni romanını bu iki kültür arasındaki anlatı kombinasyonunda kurmayı amaçladığını dile getiren Ahmet üzerinden, ‘’Türkiye’de aydın olmak’’ cümlesiyle özetleyecebileceğimiz bir soru işaretiyle de karşılaşıyoruz. Bir an, Tanpınar’ın romanlarında gördüğümüz, iki kültür arasında gidip gelen, ‘’Türkiyeli aydın’’ sıkışmasını izleyeceğimizi sansak da film, zamanında epeyce kurcalanmış olan bu konuya da fazla değinmeden kaçıyor.

Filmin rejisinde de bazı sorunlar göze çarpıyor. Çoğu sahne, içeriğinin gerektiğinden daha uzun tutulmuş, çeşitli ritim sorunları yaşıyor ve bu sahnelerde kamera kullanımı üzerine de yeterince düşünülmemiş. Özellikle kaydırmalı planların yer aldığı bazı sahneler, bu çekim tipini gerektirecek hiçbir detayı içermiyor. Kaydırmalı çekimler, genelde durağan çekimlerle anlatılamayacak heyecanı, gizemi, fark edilmesi gereken yeni bir durumu, seyirciye daha etkili bir şekilde hissettirmek için kullanılır. Oysa bu filmdeki kaydırmalı çekimlerin sahnenin içeriği açısından hiçbir gerekliliğini göremediğim gibi, tamamen sahneyi süslemek için kullanıldığını düşünüyorum.

Şair filmi, bir yazarın kendiyle çatıştığı, çeliştiği bir hikâye anlatmaya çalışıyor. Ahmet, hem halkın içinde olmak istiyor hem de kendi fildişi kulesinden çıkmak istemiyor. Hem her zaman küçümsediği insanlara tepeden bakmak hem de yazdıklarıyla onları etkilemek istiyor. Verdiği yazarlık konferanslarında maneviyata vurgu yaparken, kendi iç dünyasında, ev ve arkadaşlık yaşamında, bu maneviyata rastlanmıyor. Dolayısıyla, hiç de yabancısı olmadığımız bu yazar tiplemesinin, neden bir türlü romanını yazamadığının cevabını bu basmakalıp bir şekilde kaleme alınmış sahnelerde görüyoruz. Bununla birlikte yazarın yaratıcı dünyasına tanık olduğumuz, gerçek ile hayal arasındaki çizginin belirlesizleştiği birtakım sahneler de izliyoruz. Merdivenden usulca sekerek aşağı inen bir top, aniden yüze vuran sert ve kuvvetli araba farı ışığı, nereden geldiği belli olmayan sesler gibi çoğunlukla korku türünde rastladığımız klişe göstergeler, yazarın endişeli yaratıcı dünyasını vurgulamak için kullanılıyor. Dolayısıyla film bu basmakalıp yöntemleri, Ahmet’in hem iç dünyasını hem de dış dünyasını anlatırken kullanıyor.

Şair’in öyküsü, aslında bir kaza sahnesi üzerine kuruluyor ama bu kazanın gerçekten yaşanıp yaşanmadığı da kasıtlı olarak flu bırakılmış. Kazadan hemen sonra Ahmet, arabasının farının kırıldığını ve kaza alanında bir çocuğa ait olduğu belli olan bir top görüyor. Bu yine, gerçek ile hayal arasında gezinen bir yazarın iç hesaplaşmasının bir ürünü. Dolayısıyla bütün film boyunca, yeni romanını yazmaya çalışan ama aslında bu süreçte kendiyle bir hesaplaşmaya giren bir yazarın öyküsünü izliyoruz. Kişisel görüşüm, burada yazar, içinde “öldürdüğü” insani değerleri tekrar hatırlıyor, bir vicdan hesaplaşmasına giriyor, kendini yeniden keşfediyor ve bir şiir yazarak nihai yolculuğunu tamamlıyor. Kendisiyle ilgili aradığı cevabın, çok daha saf, çok daha öz bir yerden geldiğini görüyor ve şair oluyor…

En iyi ihtimalle yönetmenin, bu filmde kendi karakteriyle dalga geçtiğini, yani sığ bir entelektüel, aydın tiplemesi üzerinden yeniden okuma yaptığını düşünmek istersek, belki bu filme bir nebze hak vermemiz mümkün olabilir. Ancak böyle yeniden okuma yapmaya çalışan bir filmin ana karakterinin bu çelişkisinin çok daha belirgin resmedilmesi, bu çatışmayı vurgulayacak çok daha güçlü sahnelerle karşımıza çıkması gerekirdi. Dolayısıyla ben yine başa dönüyor ve derinlikli olmaya çalışan ama kitsch bir entelektüel tiplemesinden öteye gidemeyen bir filmle karşı karşıya olduğumuzu düşünüyorum.

Daha yazı yok.
Filmloverss.com size daha iyi hizmet sunmak için çerezleri kullanır. Sitede gezerek çerezlere izin vermiş sayılırsınız. Ayrıntılı bilgi close-cookie-information