1991 yapımı ilk uzun metrajlı filmi Poison ile yönetmenlik kariyerini başlatan Todd Haynes, uzun zamandır merakla beklenen filmi Carol ile bu yılın en çok konuşulan filmlerinden birine imza attı. Senaryosunu Phyllis Nagy’nin kalema aldığı ve Patricia Highsmith’in 1952 yılında yayımlanan otobiyografik romanı The Price of Salt’tan uyarlanan Carol, başta Cannes ve Toronto olmak üzere pek çok prestijli festivalin parlayan yapımlarından biri oldu. Başrollerinde Cate Blanchette ve Rooney Mara’nın yer aldığı film aynı zamanda 28 Şubat’ta gerçekleşecek 88. Akademi Ödülleri‘nde de altı adaylığın sahibi oldu.
Büyük bir merak ve heyecanla beklenen bu başarılı yapım Carol, ülkemizde 5 Şubat‘ta vizyona girecek. Biz de bu vesile ile filmin yönetmeni Todd Haynes ile yapılmış söyleşiyi sizler için derledik.
Todd Haynes ile Carol Üzerine Söyleşi
Suç ve gerilim yazarlarının kadınlar hakkında bu kadar iyi yazabiliyor olmalarının nedeni sizce nedir?
Gerçekten de öyle! Bu konuyu hiç düşünmemiştim. Bence bu gerçekten doğru. Kitap, Patricia Highsmith’in kendi deneyimlerinden doğrudan aktardığı en kişisel otobiyografik romanıydı – aynı zamanda da suçlu zihninin gizli, aşırı endişeli paranoyasını âşık bir zihne benzeten aşkın bir tasviriydi. Aslında aşkın kendisi de suçludur ancak o, bunun için bir kelime bulamıyor – hissettiği şeye bir örnek olarak bağlantı kurabileceği dünyada bir model de bulamıyor, adlandırabileceği şeyi öylece bırakıyor. Bunun gerçekten hoş olduğunu düşündüm.
Hikâyelerinizi anlatmak için sizi 50’lere geri götürtecek şey nedir?
Bunca zaman sonra oraya geri dönmek ister miyim bilmiyorum (Gülüşmeler). 1957’de geçen bir film yaptım (Far from Heaven) ve bu da 1952-53 yıllarında geçiyor – ki bu ikisi birbirinden çok farklı zamanlar. 1950’li yıllarda tekdüze hiçbir şey yoktu. Bilakis her zaman yeni bir on yıl başlangıcının, bir önceki on yılın neredeyse doruk noktası ya da ideali olduğunu düşündüm, bu nedenle de bu, savaştan hemen sonraki geçiş yıllarındaki gibi hissettirdi daha çok: Truman yönetiminin getirdiği hayal kırıklığı, Soğuk Savaş dönemleri, dibine kadar gelen Kore Savaşı ve gerçek manada paranoya ile kaygı hissi. New York şehrinin görüntüsü de o dönemden bir melodram bulacağınız Sirk-vari bir Eisenhower çağının parlak banliyölerinden çok uzakta kirli, dağınık, darmaduman binalardan oluşurdu.
Buna bir bakıma Amerika’nın oluşum süreci diyebilir misiniz? Bu dönem mesela I’m Not There’deki döneme zemin hazırlıyor gibi görünüyor.
Evet, bence 1960’larda patlayan her şey tamamen 50’lilerde demleniyor ve saklanıyordu. Bir kaynama noktasına ulaşacaktı ve bu küçük rehavet uzun süre kapalı kalmayacaktı. 1950’lilerde bizim düşündüğümüzden çok daha fazla olay vardı. – tekdüze bir on yıl değildi.
Kadın elbiseli film
Saul Leiter’ın fotoğrafları filmin estetiğini etkiledi mi?
Ah tabii ki! Yani şimdilerde her yönetmen Saul Leiter’ı takip ediyor ama ben hepsinin içinde ilk olanım (Gülüşmeler) Mildred Pierce dönemlerinde tasarımcım Mark Friederg bir gün kucağıma bir kitap bıraktı. Aslında finansal nedenlerden dolayı senaryoda bazı kesmeler yapıyorduk ve bizim Los Angeles-için-New York’umuzda 1930’ların uçsuz bucaksız binalarını çekmemenin yollarını arıyorduk ve Pierce bana bu görselleri gösterdi – görseller çok güzel bir biçimde kesilmişlerdi ve görünürlük her zaman tenteler ya da camlardaki yağmur damlaları ya da çeşitli perde türleriyle engellenirdi. Ufuk çizgisine doğru giden tüm yolu görmenizden ziyade oradaymışsınız gibi hissederdiniz daha çok. Böylece bu, Jon’a (Raymond, senarist) yardımcı oldu ve ben de senaryoya göre kesmeler yaptım. Bu sahneleri tanımlayabileceğiniz şekilde kısalttım bir nevi. Bu şekilde Saul Leiter’ın fotoğraflarına bakmaya devam ettim ancak gerçek keşif; çoğu renkli fotoğraflar çeken ve çalışmaları LIFE dergisinde yayımlanan Ruth Orkin, Esther Bubley, Helen Levitt, Vivian Maier gibi isimlerin döneminden tüm kadın fotoğrafçılarla oldu. Ruth Orkin, Morris Engel ile çalışıyordu ve New York’ta bu belgesel-drama çekimlerini yapıyordu. Little Fugitive, muhtemelen en iyi bilinen çalışmasıydı – sanırım 53 yılıydı. Bir diğeri Lovers and Lollipops adlı olandı ve Carol’ın da yer aldığı mekânların tümünde çekilmişti. Çok aydınlatıcıydı. 1954’te Macy’nin oyuncak bebek katında abartısız bütün bir sahnenin gerçekten orada dolaşan insanlarla çekimi vardı ama Macy’s, Patricia Highsmith’in 40’ların sonlarında geçici olarak çalıştığı Bloomingdale’s’ten bir adım yukarıdaydı. Bu muhteşem kadın (Carol’a ilham olan) içeri girdi ve Patricia işini kaybetti.
Sizce bunun gibi bir film insanlar için ne anlam ifade edecektir? Bu, güçlü bir hikâye ve bir dönem filmi olmasına rağmen bugünün seyircisinde de yankı uyandıracak…
Bunların hepsi benim için çok yeni. Filmin insanlarla tamamen bağ kurması gerçeği de hâlâ yeni. Yönetmenler kendi filmlerini herhangi birinden daha iyi tanırlar. Buna rağmen onlar daha az objektiftir ve bu yüzden asıl objektif olanlar; bir yönetmenin asla deneyimleyemeyeceği bir deneyime sahip olan, bir filmi karanlık bir salonda ilk kez izleyebilen, seyircilerdir. Bu gözlediğiniz ve umduğunuz şeydir – anlaşılma bağı. Çünkü bu, yavaşça yanan bir ritimle ilerleyen sakin bir film ve zamanı şekillendiren bastırılmış hislerin hikâyesi. Tüm bunları korumanın önemli olduğunu hissettim ama muhakkak ki birilerini etkileyebileceğini bilmiyordum. Bilemezsiniz de. Bunun ötesinde sadece gerçekten güçlü bir ilk gösterimin peşindeyim ve işini tüm ciddiyetiyle ele alan ve bu kadar güzel bir iş çıkaran tüm yaratıcı partnerlerimle büyük gurur duyuyorum.
Kitabı okuduğunuzda, Carol rolü için Cate Blanchett bir anda mı aklınıza geldi?
Cate rolü zaten almıştı. Proje bir süredir oluşum sürecindeydi zaten ben yönetmen olarak dahil olmadan önce de. Carol’ı ilk kez Sandy Powell (kostüm tasarımcısı) ile Moving Image Müzesi’nde çalışırken duydum ve kostüm tasarlayabileceği kadın hikâyeli filmlerden konuşuyorduk. Sandy şöyle dedi: “Ah evet, bu, Liz Karlsen’in yapımcılığında Patricia Highsmith’in romanından uyarlanan Cate Blanchett’li bir lezbiyen aşk hikâyesi olan ‘kadın elbiseli film’ olabilir.” O süreçte üzerinde çalıştığım başka işlerim vardı ancak bu kesinlikle tam benlik bir şey gibi geliyordu kulağa.
Projenin tamamlanması neden bu kadar uzun sürdü?
Eh bilirsiniz, sanırım insanların kadın hikâyeleri hakkındaki filmleri finanse etmekten korkmaları saçma, sıkıcı bir masal olmuştur. Sonuçta Patricia Highsmith var, Cate Blanchett var – sorun nedir? Therese’i oynayan genç ve çekici bir kadın olacak ve Cate’e âşık olacaktı. Bu kadar basitti. Ancak bu, sektör içerisinde ve finans camiasındaki kırılması kolay olmayan bellek yitimiyle alakalıydı – özellikle bu filmlerin izlenebilmesi ve kutsal yirmi bir yaş erkek izleyici kitlesi hariç başka birilerinin ilgisini çekebilmesiyle alakalıydı. Hep aynı eski hikâyeleri duyuyoruz, tekrar ve tekrar.
Mara benim ilk seçimimdi
Peki, Cate önceden rolü üstlendiyse, Rooney Mara nasıl dahil oldu projeye?
Benden sebep. Rooney benim ilk seçimimdi. Yer aldığı çalışmaları izlemiştim ve yapabildiği şeylerden çok etkilenmiştim. Özellikle rolden role geçebilme yeteneğinden.
Karar vermeden önce iki oyuncuyu bir araya getirme ihtiyacı hissettiniz mi?
Hayır, belli bir statüsü olan oyuncularla ilerliyorsanız, öncelikle öneriler sunarsınız, onları test etmezsiniz ve benim de buna ihtiyacım yoktu zaten. Bunun yürüyebileceğini hissediyor ve biliyordum. Rooney Mara’yı düşünmek çok zor değildi.
Bir yönetmen olarak sizin için kadınlar hakkında bir film yapmakla erkekler hakkında bir film yapmak arasında bir fark var mı?
Bence birbirine aşık olan insanlarla ilgilisiyle, fark yok. Tahterevallinin daha hassas tarafında kim olursa olsun, cinsiyetimizi yaşımız ya da deneyimlerimiz fark etmeksizin, ilişki kurabileceğimiz herkes için geçerli. Sanırım kimin kime baktığından kime kim tarafından bakıldığından haberdardım. Senaryo, romanda set tasarımcısı olan Therese’i fotoğraf muhabiri olarak değiştirmişti. Bu yüzden o, kendi bakış açısına ve kendi yaşam görüşüne güvenmeye başlamıştı.
Filminizin “Brokeback Mountain’in kadınlı hali.” gibi tweet biçimindeki eleştirileri hakkında ne düşünüyorsunuz?
Hiçbirini okumadım çünkü Twitter’da bir hesabım yok. Ama gerçekten çok iyi dönüşler aldık bu yüzden gururlu ve mutluyuz hepimiz. Brokeback Mountain’i çok severim. En iyi aşk hikâyeleri, âşıklar arasındaki engellerle, tutkularını gideremeyecekleri şekillerde ortaya çıkıyor. Böyle bir aşkın anlatılacağı en esrarengiz yerde, geçmişte geçen bu film çıktığında büyülenmiştik. Performanslar inanılmazdı.
Homoseksüellikle bağlantılı filmler neden her zaman Brokeback Mountain ile karşılaştırılır?
Belki bir dahaki sefere Carol ile karşılaştırılırlar.
5 Şubat’ta vizyona girecek Carol’ın eleştirisini buradan okuyabilir, filmden yayınlanan son fragmanı Türkçe altyazılı aşağıdaki videodan izleyebilirsiniz.
* Söyleşi filmin press kit'inden alınarak Melike Ölker tarafından derlenmiştir.