The World to Come
2019’da izlediğimiz Portrait of a Lady on Fire ve 2020’de izlediğimiz Ammonite’dan sonra yeni bir “izole kadınlar” filmiyle karşı karşıyayız The World to Come‘da. Tıpkı öncülleri gibi erkeklik tarafından dar bir boşluğa hapsedilmişler ve tıpkı onlarda olduğu gibi ferahlığı ve yaşam sevincini birbirlerinde arıyorlar. Prömiyerini Venedik Film Festivali’nde yapan The World to Come bu yılki Sundance programının en iddialı filmlerinden biri. Katherine Waterston, Vanessa Kirby, Christopher Abbott, Casey Affleck gibi çok güçlü bir ensemble’la yola çıkan film gücünü başkarakteri Abigail’in güçlü kaleminden alıyor. Abigail’in bir yıllık günlükleri, bu günlükleri kurgulayış biçimi, izleyiciyle paylaşırken üzerine sinen ürkekliği, çekingenliği yönetmen Mona Fastvold’un en büyük kozlarından biri.
The World to Come 19. yüzyılda, Amerika’nın doğu kıyılarında, zorlu bir kışta, dingin bir yazda, hayata karşı her türlü duygunun dolu dolu beslenebileceği bir yerde geçiyor. Keşfe çok açık bir dünyası var. Fakat Abigail, bütün bu enginliğin ortasında duygularını çoktan kaybetmiş bir adamla baş başa. Ta ki Tallie gelinceye kadar. Bu andan itibaren Abigail’in yazdığı ve bize okuduğu günlüklerin tonu ve hissi baştan aşağı değişiyor. Muazzam bir tutkuyla birlikte gelen bir çaresizlik hissi var ortada. Böylesi bir vahşiliğin, vahşiliğin ötesinde bir şeyi anlaması çok zor ve iki kadın da bunun farkında. Yönetmen Fastvold da öyle. Bu iki kadının aşkına duyduğu saygıdan beslenen çok özel bir dünya kuruyor filminde. Şiirsel bir anlatı, doğanın ve dünyanın gerçekleriyle sürekli olarak temas hâlinde. Filmin ortalarında karşımıza çıkan olağanüstü kar fırtınası sahnesi, yönetmenin bu filmi yaparken ortaya koyduğu tutkunun özeti gibi. Enstrümanlardan gelen yüksek sesli gıcırtılar yükseliyor. Fırtına mekânın coğrafyasıyla bir oyuncak gibi oynuyor. Bir kadın önünü göremeden bir yokluğa doğru yürüyor. Kaygılı Abigail, görüş alanına sislenmiş verandasından kaygıyla uzaklara bakıyor. World to Come, kadınların ve dört mevsimin filmi. Vivaldi’den etkilenmediğini düşünmek pek zor.
Cryptozoo
Sundance’in “Biraz da hayal gücü” diyen filmlerinden Cryptozoo “emeğe saygı” noktasında dudak uçuklatan fakat bunun biraz ötesine geçmeyi de başaran bir animasyon film. Hepimiz gibi dünyanın değişmesini istiyor. Bu isteğini dile getirmek için de marjinallik kavramına hak ettiği değeri vermenin peşinde. Mitolojik canlıların (“Cryptid” diyorlar) insanlarla aynı dünyada, fakat onlardan gizlenerek yaşadığı bir evrendeyiz. Onları bir ütopyaya kavuşturmak isteyen başkarakterimizin adı Lauren. Elbette ki her güzel niyetin karşısında olduğu gibi, bu niyetin karşısında da dikilecek bir iktidar uzvu var… Bu canlıların insanlarla yaşamasının doğru olmadığını, hapsedilmeleri gerektiğini, ordu yararına kullanılması gerektiğini düşünen hükûmet yetkilileri… Cryptozoo’da anlatılan hikâye bilmediğimiz bir hikâye değil, akla ilk gelen filmlerden biri Brad Bird’ün harika The Iron Giant’ı örneğin. Fakat Cryptozoo elbette ki daha queer bir film, öyle ki filmdeki ilk günah bir erkek ve kadının cinsel ilişkisinden sonra işleniyor.
Dash Shaw, filminde bizi psikedelik bir dünyaya davet ediyor. Neyin renkli, neyin renksiz olduğunun önemli olduğu bir dünya burası ve bir yanıyla cazip, bir yanıyla korkutucu. Shaw, en büyük yaratıcılığını işin zanaatında ve sanatında gösteriyor. Elle çizilmiş, kuralsızca renklendirilmiş, son derece kişisel bir “ütopya”sı var ve bu dünyanın içinde izleyici olarak süzülmek harika bir deneyim. Bu evcilleştirilmemiş, vahşi dünya o kadar geniş bir hayal gücüne sahip ki, filmi izlerken bununla yetinmek bile mümkün. Kısacası, sadece bu kadarı bile Cryptozoo’yu ABD’nin son yıllarda çıkardığı en yaratıcı animasyonlardan biri yapıyor. Ancak aynı zincirlerini kırmışlığı, filmin dünyasına göre çok daha mülayim kalan hikâyesinde tespit etmek pek mümkün değil. Shaw, çok basit ve formül bir hikâyeyi sırtını animasyon konusundaki yetkinliğine ve yaratıcılığına dayayarak anlatıyor biraz. Az önce adını geçirdiğim The Iron Giant’ın da hikâyesi karmaşık demek ne mümkün; fakat kahramanlık ve insan ırkı üzerine söylediği şeyler, açtığı çemberi kapatmasını sağlayan bazı iyi fikirleri vardır bu basitliğin içerisinde. Benim nezdimde Cryptozoo’yu çok iyi bir film yapmaktan alıkoyan tarafı da bu.
CODA
Festivalin bu yıl “olay yaratan” filminin bir yeniden çevrim olması ilginç. CODA sağır ailesinde dış dünyaya iletişim kurabilen tek kişi olan, müzik meraklısı bir çocuğun hikâyesini anlatıyor. Bu hikâye Apple tarafından 25 milyon ödenip bir festival rekorunu ele geçirerek satın alındı. Fakat filmi izleyince daha çok Disney’i anıyoruz. Zira dünyadaki “kendini-iyi-hisset” filmi fabrikası olan Sundance Film Festivali’nin bu yıl bu anlamda en çok ilgi çeken işi, Disney’vari yaşama sevinciyle, Disney’vari romantizmiyle beraber geliyor.
CODA, bütün ailenizle başına oturup iyimserliğinden nasiplenebileceğiniz bir film. Başkarakterimiz Ruby, aslında son derece fonksiyonel bir aileye sahip. Karşısına elinden tutabilecek, rol model bir müzik hocası çıkıyor. İkilem şu: Ailesinin tercümanı olarak geçirdiği bu kasaba hayatını bırakıp müzik aracılığıyla dünyaya açılabilecek mi? Bu kasabayı terk ederse onun varlığına ve desteğine alışmış olan ailesi kendini nasıl bir durumda bulacak? Yönetmen Sian Heder, optimist bir bakış açısıyla, meselesini hiçbir zaman karanlık sulara çekmeden anlatıyor. Daha karanlık hâle gelen dünyamızda, hayatın aydınlık tarafını görmek hep çok ortak bir arzumuz, CODA’nın hedefinde de bu arzunun sinirlerine dokunmak var. Mesele bunu başarmaksa hem Apple satışına hem de filmin izleyicide yarattığı genel etkiye bakarak böyle bir başarıdan söz edebiliriz. Fakat CODA’nın bu iyi niyetler yağdıran dünyasında hiç gerçekçi olmayan çok fazla şey var ve bana kalırsa artık bu tip romantizmin günümüz dünyasında makul bir karşılığı yok. Umudun bir güçlü bir argümanı olmalı sanki; CODA ise umuduyla sinemadan çok olumlu duygularımızı önemsiyor sanki. Festivalin ABD filmleri yarışmasında bütün ödülleri toplamış olması da sanki insan türü olarak sonsuzca geliştirdiğimiz duygusal açlığımızın bir getirisi. Sundance’teki pek çok film, bize dünyanın karanlığından bahsediyordu, CODA’nın kendi gezegenini hâlen pembe renklerde görebilmesi belki sadece bizde karşılık bulmayan bir meziyettir.
Jockey
Amerikan bağımsızları kameralarını kırsala sürdükçe 70’lerde zirvesini yaşamış olan bir tür yeniden doğmaya başladı gibi son yıllarda. Badlands’i yapan Terrence Malick’in, The Last Picture Show’u yapan Peter Bogdanovich’in mirası söz konusu. Ain’t Them Bodies Saint’le taşranın şiirine dönen David Lowery ve The Rider gibi filmleriyle gerçek tecrübeleri doğasından çiçek gibi toplayan Chloé Zhao’nun adını buraya yazmak mümkün. Clint Bentley’nin Jockey’i bir çekilme hikâyesi. Kariyerinin artık son baharındaki bir jokey olan Jackson, bundan sonra ne olacağını hiç düşünmemiş ve artık düşünmesi gerekiyor. Bu esnada bir de oğlu olduğunu iddia eden bir genç erkek beliriyor sislerin içinden, üstelik at sürmek konusunda en az onun kadar yetenekli. İki şansı var Jackson’ın, ya kavuğunu devredecek ya da kendi kabuğuna gizlenip kendini yavaşça tüketecek.
Küçük dünyasında saygı görmüş bir jokeyin bugüne kadar ne kazandığı, kazandıkları için ne kaybettiği ve artık kaybetmeme arzusu üzerine bir film Jockey. Clint Bentley filmi dış çekimlerde kamerayı mümkün olduğunca gökyüzünün enginliğini kadraja dâhil edecek şekilde kuruyor. Kaybetmek üzere bir erkek karakter, kamera üzerine kilitlenmiş; unutulmuş, unutmuş bu kasabada bir bütünün bir parçası portreleniyor yönetmen tarafından. İzleyicinin mekâna, karaktere ve hikâyeye duyduğu acil saygı da yönetmenin bu ihtimamlı bakış açısından, insanı ve doğayı portrelerken sırtladığı nüanslı, detaycı, saygılı yaklaşımından doğuyor. Başrolündeki Clifton Collins Jr.’ın karakteristik suratı, beden dili ve olağanüstü performansı da Bentley’nin kurmaya çalıştığı dünyayı harika şekilde besliyor.
Zhao The Rider’ı, Mascaro Neon Bull’u çekmemiş olsaydı Jockey belki daha taze, daha özgün bir film olarak algılanabilirdi. Fakat iddiasızlığına, çağrıştırdığı başka filmlere, ikinci perdesinde bir nebze tekliyor olmasına rağmen Clint Bentley’nin gayet iyi bir ilk film yaptığı kesin gibi. Bunun yanında festivalin en etkileyici final sahnelerinden birinin de Jockey’de olduğunu unutmadan eklemeli.