1985 yılında Margaret Atwood tarafından kaleme alınan aynı isimli romandan uyarlanan The Handmaid’s Tale, Amerika Birleşik Devletleri’nin Gilead isimli teokratik bir devlet düzenine yenik düşmesini ve kadınları birer kuluçka makinesi olarak gören bu distopyada June (Elisabeth Moss) isimli bir damızlığın hayatta kalmak ve en önemlisi bu düzenden kurtulmak için verdiği çetin savaşı anlatıyor. June, özellikle ardında bırakmayı hiçbir zaman seçenekleri arasında görmediği kızını, sonsuza dek kaybetmiş olma düşüncesiyle kendisini bir süre kaybetse de, küllerinden doğmaya ve Gilead’a karşı dimdik durma yönündeki hazırlıklarına devam ediyor. Sonunda, adalet daldığı uzun uykusundan uyanıyor ve insanlığını kaybetmiş herkes için tüm gücüyle geliyor.

***Yazı The Handmaid’s Tale 3. sezon 11. bölüm ile ilgili keyif kaçırıcı detaylar (spoiler) içerebilir.***

Geçtiğimiz günlerde dördüncü sezon onayını alan The Handmaid’s Tale’in üst üste iki bölümünün yönetmenliğini üstlenen Daina Reid’in yönettiği bir önceki bölüm, üçüncü sezonun rotasını kaybetmiş, ana karakterini dengesizleştirmiş, tavrına yeni bir soluk getirmiş, izleyici için özellikle June’u Martha’ların desteğini belirten keklerle çevrelediği sahneyle yeni umut tohumları ekmişti. June, annelerinden çalınan çocukları Gilead’dan kurtarma hayali kesin bir planla buluşmuş ve hatta bununla da kalmayıp, Komutan Lawrence (Bradley Whitford) gibi Gilead için önemli bir gücü arkasına almıştı. Waterford cephesinde ise Serena (Yvonne Strahovski) Fred (Joseph Fiennes)’i tehdit ederek Mark Tuello (Sam Jaeger) ile iş birliği yapmaya zorlamıştı. Ancak bölümün en ilham verici sahnesi elbette, desteğini veren onlarca Martha’nın gönderdikleri kekler ile çevrelenen June’u gördüğümüz andı. June, her ne kadar hala dengesini tam olarak tutturamamış vaziyette olsa da, tanıdığımız ve inandığımız eski June’a bencilliğini geride bırakan ve plan kurmak için akıllı adımlar atan hareketleriyle uzun zamandır hiç olmadığı kadar yakındı. Üçüncü sezonun on birinci bölümü, “Yalancılar”, son iki bölüm boyunca tekrardan gündeme gelen umut temasını daha da ateşlemenin haricinde yönetmen koltuğuna Mustang isimli filmi ile 2016 yılında En İyi Yabancı Film dalında Oscar ödülüne aday olarak görülen ve 2017 yılında Kings için Halle Berry ile çalışan Deniz Gamze Ergüven’i oturtmasıyla öne çıkıyor. Deniz Gamze Ergüven, özellikle Fred ve Serena’nın doğayla çevrili yolculuğunu izleyiciye aktarırken göz dolduran bir iş çıkarıyor ve sezonun en iyi bölümlerinden birini izleyiciye sunuyor çünkü bu bölümde, adaletin varlığına dair inancımız, hak edenlerin cezalandırılmasıyla geri dönüyor. İnsanın katlanabileceklerinin sınırını en iyi bilen kişi olan June, bu kez, Gilead’ın aç gözlü erkeklerinin sapkınlıklarına katlanamıyor, çocuk sahibi olabilmek için bütün bencillikleriyle herkesin hayatını mahvetmekten sorumlu olan Serena ve Fred ise sonunda, yaptıklarının cezasız kalamayacağını anlıyor.

The Handmaid’s Tale 3. Sezon 11. Bölüm: Hak Ettiğimiz Cezalardan ne kadar kaçabiliriz?

Bölüm tam olarak bıraktığımız yerden, Martha’ların gönderdiği keklerle çevrili June’dan başlıyor. June, çocukların Gilead’dan kaçırılmasına yardımcı olacak Martha’ların sayısını simgeleyen 52 kekten bahsediyor ve kendisine kontrolünü kaybetmemesi gerektiğini tekrarlıyor. Bu sırada içeriden gelen seslere kulak verdiğinde ilaçlarına erişimi kesildiğinde içine kapanık hâlinden eser kalmayan Eleanor (Julie Dretzin)’u Joseph’e silah doğrultmuş hâlde buluyor. Her ne kadar o silahın patlamasını ve bu distopyanın baş yaratıcılarından birini vurmasını en az bizim kadar istese de June, planı için mantıklı davranmayı tercih ediyor. Çünkü, her ne kadar geçtiğimiz bölüm Waterford’ların zorlamasıyla Lawrence’ın tecavüzüne maruz kalmış olsa da June, ardında Lawrence gibi güçlü birinin desteği olmadığı takdirde Gilead’dan kaçırması gereken 52 çocuğu hayal kırıklığına uğratacak olduğunun bilincinde. Dolayısıyla, birkaç bölüm öncesinde Hannah’yı görebilmek için yaptığı iş birliği üzerinden bir bağ kurmayı başardığı Eleanor’u bütün güdülerine rağmen sakinleştirmeyi tercih ediyor ve bizleri bir kez daha eski June’un geri döndüğü inancına bağlıyor.

The Handmaid’s Tale, June’un Eleanor’u sakinleştirirken kendisinin, hatta June’un da suçlu olduğunu anlatan “hepimiz bu düzenin hayata geçmemesi için bir şeyler yapabilirdik” sözleriyle, bizlere, bir kez daha özgürlüklerimizden vereceğimiz en ufak tavizin nelere yol açabileceğini hatırlatıyor. Yaşadıkları sebebiyle dağılan Komutan Lawrence, June’a sadece yanına oturmasını değil aynı zamanda bir de içki teklif ediyor. Dağınık saçlarıyla eski halini hatırlatan June ve Lawrence’ın ilişkisi sezon boyunca belki de en samimi haline bürünüyor. Lawrence bu bölümde artık eskisi gibi güçlü olmaktansa June’un kontrolü altında olarak karşımıza çıkıyor. June, yaptıkları konuşma esnasında çocuklar konusunda yardımcı olmayı kabul eden Martha’ların sayısından bahsettiğinde, Lawrence’a bir kez daha ona borçlu olduğunu hatırlatıyor ve planı sayesinde Gilead gibi bir düzeni yaratmaya yardımcı olacak kadar bencil ve insanlık dışı birinin sonunda kahraman olacağı gerçeğine gülüyor. Serena, Fred ile birlikte Mark Tuello’yla buluşmaya hazırlanıyor. Nichole’ü Gilead’a getirme üzerine yapmayı hedefledikleri anlaşma öncesinde, bu isteği konusunda emin olup olmadığını son kez soran Rita ile değişik bir vedalaşma yaşıyor. Serena, Rita (Amanda Brugel) ile sanki kısa süreli bir ayrılık öncesindeymiş gibi değil de, sonsuza dek vedalaşıyor. Martha’ların Direniş Kuvvetleri’nin önderleri June’u çapraz sorgu altına almak üzere Lawrence’ların evine geliyor ve onu intihar süsü vererek abartılı bir tepki vererek öldürmekle tehdit ediyor. June, kontrolünü yine kaybetmiyor ve Martha’lara 52 tane çocuğu kurtarmak üzere olduğunu hatırlatıyor. Lawrence’ın bu çocukları Gilead’dan kaçırmak için araç ayarlayacağından ve bunu daha önce başardığından bahsettiğinde ise Martha’lar June’a daha önce kendilerinin de June’u kurtarmak için aynı şeyi başardıklarını ancak June’un bu planı mahvettiğini hatırlatıyor. Martha’ların bütün kızgınlıklarına karşı Beth (Kristen Gutoskie), June’a desteğini veriyor ve bu gergin konuşma June’un planlarının Martha’ların bir hafta sonrası için planladıkları havayoluyla gerçekleşecek nakliyatlarına etki etmeyeceği güvencesini vermesiyle sonlanıyor. Ancak Martha’lar June için herhangi bir koruma sağlamayacaklarını belirtmeyi de ihmal etmiyor. Fred ve Serena, yaptıkları yolculuk sırasında yakınlaşıyor ve kurmak için yardımcı oldukları dünyanın güzellikleriyle gurur duyuyor. Yolculuğu şoförsüz, baş başa yapmayı özellikle isteyen Serena, Amerikalıların Gilead destekçilerinin zayıf olduklarını düşünmeleriyle dalga geçtikten sonra, Gilead’ın doğal güzelliklerinden bahsederken sözlerini direniş radyosundan yükselen Oprah Winfrey’in sesi bölüyor. Dizinin ikinci sezonunun on birinci bölümünden sonra Oprah, The Handmaid’s Tale’de ikinci kez yer alıyor. Fred, Serena’ya direksiyonu devretme jestinde bulunuyor ve Serena’nın bir lüks olarak deneyimlediği bu sıradan olay üzerinden yaşadığı özgürlük hissi Waterford’ları çıktıkları yolculukta biraz daha yakınlaştırıyor.

Taşrada yaşayan bir aileyi ziyaret eden Waterford’lar onların evlerinde konaklıyor. Beth ve June Martha’ların planladıkları nakliyat hakkında daha fazla bilgiye ulaşmaya çalışıyor. Beth, June’a bu planın gizli bir genelev olan Jezebels’de barmen olarak çalışan, daha önce yardım ettiği Billy’i de içerdiğini söylüyor. June’un kafasında şekillenmeye başlayan planları, Eleanor’un kahvaltısına dokunmadığı haberi bölüyor. June, parçalanmış belgelerle dolu çalışma odasına girdiğinde ve arabanın yerinde olmadığını öğrendiğinde Lawrence’ın ihanetiyle karşı karşıya kalıyor. Ardında ‘üzgünüm’ yazan bir nottan başka bir şey bırakmayan Lawrence, bizlere, bir kez daha bu vahşi düzeni yaratmaya yardımcı olacak kadar bencil birinin kahraman olamayacağını gösteriyor. Bu kaos, June’a yeni bir planı hediye ediyor. June, artık kaderlerinden sorumlu olduğu 52 çocuğu kaçırmak için onları nakliyatın yapılacağı uçağa bindirerek Martha’ların planını kullanmayı hedefliyor ancak Beth’in desteğini alamıyor. Bu sırada, taşrada misafirlik ettikleri evde söylenen Dona Nabis Pacem (Bizlere Huzur Ver)’in eşliğinde hayallerindeki Gilead’ı bulan Serena ve Fred’in mutluluğu Serena’nın tek başına uzaklaşmasıyla bölünüyor. Waterford’lar Serena’nın Fred’e hayatta en sevdiği şeyi, yazarlığı neden elinden aldığını sormasıyla bir yüzleşme yaşıyor ve Fred, yaşananların onun için bu kadar çok şeye mal olacağından habersiz olduğu yalanının ardına saklanıyor. Serena ve Fred, konuşmalarına Gilead’ın hayata geçmeyi başaramadığı bir senaryodan bahsederek devam ediyor.

Böyle bir senaryoda ilişkilerini bir türlü ayakta olarak hayal edememeleri bizlere, Gilead’ın Serena ve Fred’in bir çocuk sahibi olmak isteklerine ek olarak, ayrıca evliliklerini ayakta tutmak için de kurdukları bir düzen olabileceğini ve kendi amaçlarını hayata geçirebilmek için daha ne kadar bencil olabileceklerini düşündürüyor. Serena ve Fred, taşrada, Gilead’ın ve Washington’ın bütün hırsından uzak bir şekilde bütün hayallerini yaşatan bu küçük aileye özenerek, emekliliği düşünüp, doğal hakları olduğunu düşünerek tecavüz ürünü olarak sahip oldukları Nichole’e yeniden kavuşmayı hayal ediyor. Bu sahneler bizlere, Serena, Fred ve Gilead’ın insanlık dışı düzeninin ortaya çıkmasına herhangi bir katkısı bulunmuş herkesin nasıl insanlar olduklarını unutmamamız gerektiğini hatırlatıyor. Serena ve Fred yaptıkları konuşma sonrasında Serena’nın isteği üzerine aynı yatakta yatarak daha da yakınlaşıyor. Lawrence’ların evinde yaşadığı bütün karmaşa arasında planlarına yeni bir rota arayan June’u Lawrence’ın sesi bölüyor. Sınırlardan geçebilmek için yeni otorizasyonlara ihtiyaç duyan Joseph, Eleanor ile birlikte Gilead’dan kaçmayı başaramıyor. Joseph’in, Gilead’dan bir fareyi bile kaçıramayacağını söylemesi geçtiğimiz bölümde de olduğu gibi Gilead düzeninde mercek altında olduğunu ve gücünü yitirmeye başladığını gösteriyor. Sahip oldukları ilişkinin eski dinamiğinin aksine June, bütün kontrolün sahibi bir hâlde Lawrence’a, yeni planını hayata geçirmek üzere kontrolünü kaybetmemesini ve kendisini şehire götürmesini emrediyor. June ve Lawrence arasındaki ilişkinin dinamiğindeki ani değişim dizi tarafından sebeplendirilse de çok hızlı bir geçiş olarak kalıyor. Başlarda June’a bilinçli ve sistematik hâlde psikolojik baskı uygulayan Lawrence’ın kendisini bu kadar çabuk kaybetmesi ve June’un egemenliği altına girmesi The Handmaid’s Tale tarafından çizilen aşırı derecede güç sahibi portresine ters düşüyor. Kırmızı ruju, dağınık saçları, topuklu ayakkabıları ve dar siyah elbisesiyle June, barmen olarak çalışan Billy’i birlikte çalışmak için ikna etmek üzere Jezebels’e gidiyor. Kendisini arabada bekleyen Lawrence’ı bırakıp içeri girdiğinde Gilead’ın aç gözlü, bencil ve sapkın erkekleri arasında Billy’i buluyor ve ona planından, geçmişte kendisine yardımcı olmuş Beth’den ve Lawrence’ın Gilead’ın kurulmasıyla beraber kendi evine yerleştirdiği değerli sanat eserlerinden bahsediyor. June, Billy’e 52 çocuğu bahsi geçen kargo uçağına bindirme konusunda sağlayacağı yardımı karşılığında Rembrandt, Cézanne gibi ölümsüz sanatçıların Lawrence tarafından kaçırılan eserlerini teklif ediyor. Ancak henüz tam anlamıyla bir anlaşmaya varamadan Komutan Winslow (Christopher Meloni) June’u fark ediyor ve tabi ki Gilead tarafından şişirilmiş egosuyla kendisinde June’u sorguya çekme hakkını buluyor. June, Winslow’un sorularından Jezebels’e Lawrence’a anlatacak şeyler bulmak için geldiğini, orada yaşadıklarını anlatmadından Lawrence’ın zevk aldığını ve kendisinin Jezebels’e geldiğinden haberi olduğunu, bunun aralarındaki tuhaf bir fantazi olduğunu söyleyerek kurtulmaya çalışıyor. Winslow, Lawrence’a anlatacak hikâyeyi bu gece kendisinin vermek istediğine karar veriyor ve June’a önce yatağa yatmasını ve iç çamaşırını çıkarmasını, ardından yüz üstü yatmasını emrediyor. June, içine düştüğü zor ve mide bulandırıcı durumlarda kendisini sakinleştirebilmek için her zaman yaptığı gibi içinden kendisini yapmak zorunda olduğu şeylerden ve katlanmak zorunda olduğu durumdan soyutlayarak teselli etmeye çalışıyor. “Burda değilim, bu benim derim değil” diye kendisine sayıklarken daha önce Fred’le değişik derecede fazla bir samimiyet kurmuş Winslow’un kendisine tecavüz etmesine razı oluyor ancak, son anda June, Gilead şartları altında beklemediğimiz bir tepki veriyor. Hepimiz için, Winslow’a hızlı bir tekme savuruyor ve kendisini savunuyor, bunu yaparken kaba kuvvete başvurarak yanlış bir karar alsa da karşı koyuyor. İçine düştükleri boğuşmanın gücünü, tesadüfen bulduğu otel kalemiyle Winslow’u defalarca yaralayarak kazanıyor ve ayağa kalkmaya başardığında bulduğu ağır heykelle vurduğu Winslow’un ölümüne sebep oluyor.

Eskiden editörlük yapan June’un kendisini kalem yardımıyla kurtarmış olması, dizinin içerdiği ironiler arasında yer alıyor. Aynı zamanda, June, yaptığı bütün kötülüklere rağmen çocuklarını öne sürerek vicdanını hedefleyen Winslow’a, Gilead distopyasından uzak normal bir düzende kabul edilemez derecede yanlış ve insanlığa aykırı bir karar alıp, yine de darbe vurarak, çocukları Gilead’dan ve onları Gilead’daki bütün çocuk kaçıran tecavüzcü katillerden kurtarma konusundaki kararlılığını gösteriyor. Cesedin başında kanlar içerisinde beklerken oda servisi yaşadığı şaşkınlığı bölüyor ve temizlik için gelen Martha, June’un kolonilerden kurtardıklarından biri olduğunu söylüyor ve ona yardımcı olmayı kabul ediyor. Bu sırada, Waterford’lar Mark Tuello’yla buluşuyor ve Tuello’nun biraz ilerede güvenli bir yer bildiğini söylemesi üzerine onu takip ettikleri uzun süren bir yolculuğa çıkıyor. Fred, yolculuğun uzun sürmesinden şüpheleniyor ve Mark Tuello’nun Kanada sınırlarına girdikleri ve artık birer savaş suçlusu olduklarını, çocuk kaçırmak, tecavüz, kölelik ve insan haklarına aykırı hareketlerde bulunmak gibi birçok suç sebebiyle tutuklu olduklarını söylemesiyle haklı çıkıyor. Waterford’lar sonunda işledikleri suçların cezasıyla yüzleşiyor ve Winslow’un vefatıyla, Washington’da kurulan güç birliği son buluyor. Serena, Fred’e ne yapması isteniyorsa yapmasını söylüyor ve bölüm, June’un kolonilerden kurtardığı Martha’nın, Kate Bush’un Cloudbusting şarkısının “güzel bir şeyler olacak” sözleri eşliğinde otel odasını hiçbir şey olmamış gibi temizlemesi ve diğer Marthalar’la birlikte sanki bunu sıklıkla yapıyorlarmış gibi Winslow’un bedenini ortadan kaldırmalarının ardından Lawrence’ın June’a “bizim için gelecekler” sözlerinin ardından silah vermesi sonrasında bölüm, sonlanıyor.

The Handmaid’s Tale 3. sezonun 11. bölümü olan “Yalancılar”, Oprah Winfrey’in yer aldığı kısa anları, yönetmen koltuğuna Deniz Gamze Ergüven’i oturtması, Gilead’ın en önemli güç birliklerinden Waterford ve Winslow’ların birliğini yıkması gibi durumlarıyla ilgi çekici bir bölüm. Geçtiğimiz bölümlerde June’un yeni bir amaç edinmesine kadar kendisini kaybettiği ve hikâyenin asıl amaçtan uzaklaşarak zaman zaman rotasını şaşırdığı The Handmaid’s Tale, nihayet sezonun genel teması olan umut hissinin yönünde sağlam adımlar atmaya başlıyor. June, çocukları Gilead’ın korkunç ve insanlık dışı düzeninden kurtarmak için eskisi kadar kararlı ve akla yatkın planlar kurmanın peşinde ilerliyor. Her ne kadar Lawrence, June’a yardım edemeyecek duruma gelse de, June, yeni bir plan yaparak bu engelin üstesinden geliyor ve Billy karakteri üzerinden planını gerçekleştirme ve değiştirme konusunda umutları ayakta tutuyor. Zaten, June’un Lawrence’a silah doğrultan Eleanor’u planlarını önde tutarak sakinleştirmesi ve Lawrence’ın yokluğunda paniğe kapılmayıp yeni bir plan yapabilecek kadar kontrollü olması, izleyici için en önemli şey gerçekleşiyor; birkaç bölümdür, özellikle Hannah’yı tamamen kaybettiğini düşünmeye başlamasından itibaren kaybolan June, fiziksel şiddete başvurması haricinde, bu bölümde eskisi gibi sağlam, akıllı ve kontrol sahibi bir şekilde karşımıza çıkıyor. The Handmaid’s Tale, June’u, en az Gilead Devleti taraftarları kadar vahşi göstererek, onun da düzene ayak uydurduğunu düşündürüp, anlık bir hayal kırıklığına uğratıyor. Ancak, genel anlamda June, bencil ve akli dengesini korumaya çabaladığı hâlinden sıyrılıp, güvenimizi geri kazanıyor. Dolayısıyla, bizler için bu zor ve vahşi düzende, kurtulmaya dair umutlara sahip olmak ve ilham bulmak kolaylaşıyor. Gereğinden uzun bir yol izleyerek bu noktaya gelen hikâye, asıl amaçlarda yoğunlaşıyor ve sonunda bizlere, Gilead’ın güç birliğini yıkarak, istediğimiz yönde değişimlerden kesitler gösteriyor. İzleyicisine bir iyi bir kötü duygular yaşatmaktansa, son iki bölüm boyunca June’a bir plan vererek ve Gilead’ın en önemli güç birliğini bozup, June’un hikâyedeki yerini güçlendirerek, uzun süredir yokluğunu hissettiğimiz tutarlılığı sağlıyor. Aynı zamanda Serena’nın Tuello’yla Nichole’e kavuşmak uğruna Fred’e karşı birlik olduğunu düşündüren hareketleriyle ilgimizi yakalamayı ihmal etmiyor. Her ne kadar Lawrence’ın karakterindeki ani değişim, Winslow ve Waterford’ların yok olmasıyla Gilead’da artık kimin onların peşinde olabilecekleri yönünde soru işaretleri bıraksa da, sezonun on birinci bölümü, sonunda, bizlere istenilen yönde kocaman adımlar sunuyor. Adalet, Gilead’ın insanlık dışı ve vahşet dolu her kuralını biraz da olsa benimseyenler, benimsetmeye yardımcı olanlar için geliyor.

Daha yazı yok.
Filmloverss.com size daha iyi hizmet sunmak için çerezleri kullanır. Sitede gezerek çerezlere izin vermiş sayılırsınız. Ayrıntılı bilgi close-cookie-information