Yorgos Lanthimos, Kynodontas ile ismini lokalden çıkarıp daha geniş kitlelere duyurmaya başlamasıyla birlikte tekinsiz, alışılmadık, soğuk ama vurucu bir sinema dili geliştireceğinin müjdesini veriyordu. Son olarak The Killing of a Sacred Deer ile izlediğimiz Yorgos Lanthimos, filmiyle belirli bir kitleyi memnun etmeyi yine başarsa da, The Lobster aşıkları The Killing of a Sacred Deer’dan yeterli hazzı alamadı ya da umduğunu bulamadı. Peki The Lobster’ı birçok kişi için yönetmenin filmografisinde ilk sıraya koyan ve diğer filmlerinde aynı tadı bulamamalarına sebep olan nosyonlar nedir? The Lobster bu denli distopik bir anlatı sunmasına ve mekanik yaşantılar barındırmasına rağmen filmin satır aralarında insan olmaya dair ne gibi mühim noktalar yakaladık? İnsanların benzer özellikler aracılığıyla birbiriyle eşleştiği ve bu benzerlikten bir ilişki ortaya çıkardığı bir evrende yalnız olmanın çok farklı bedelleri vardı. Bu durum filmik diegesis’te elbette mantıklı bir dünya düzeni olarak zihinlerimize hitap ediyor ancak bu anlatıyı sembolik bir biçimde ele aldığımızda aslında filmin o kadar da distopik bir dünya tasviri içermediğini görebiliriz. The Lobster, kurguladığı muazzam dünya bir yana kendi içerisinde oldukça keyifli detaylar da barındırıyor. Bu sebeple The Lobster hakkında mutlaka bilinmesi gereken 15 detayı sizler için sıraladık.
Filmin Büyük Çoğunluğunda Doğal Işıkla Çalışıldı
Yorgos Lanthimos’un The Lobster’a Helene kadar gerçekleştirdiği filmlerine baktığımızda, The Lobster’ın belki sektörün geneli için devasa bütçelere sahip olmadığını söyleyebiliriz ancak Lanthimos sineması içerisinde film, yönetmenin en iddialı yapımı olarak göze çarpıyor. Daha büyük bir prodüksiyon, daha ünlü oyuncular ve daha çok mekan içeren The Lobster’da Lanthimos’un sinemasının minimalliğinden taviz vermediği noktalar var. Bu minimal tercihlerden en önemlisi, doğal ışık kullanımı olarak ön plana çıkıyor. Birkaç gece sahnesinde zorunlu ışık kullanımı dışında filmin tümünü doğal ışıkta çekmeye özen gösteren Yorgos Lantimos, günümüzde birçok yönetmenin gerçekleştirmekten kaçındığı bir işi gerçekleştiriyor.
David, Bob ve John Film Boyunca Kullanılan Tek İsimler
Filmde kullanılan karakter isimleri minimumda tutulurken The Lobster’ın kurguladığı dünyada karşımıza çıkan isimler yalnızca David, Bob ve John. Nispeten kalabalık bir kadroya sahip olduğunu söyleyebileceğimiz film boyunca bir başka karakterin ismini öğrenmiyoruz. Bu durum aslında bir çeşit kimlik kaybının temsili olarak da yorumlanabilir. Filmin izleyicisine yansıttığı distopik dünyada, birey artık anonimleşmiştir.
Çekimler Bir Buçuk Ay Sürdü
Genellikle daha uzun çekim takvimleri duymaya alıştığımız büyük bütçeli yapımların yanında, sahip olduğu oyuncu kadrosu ve anlatının kalitesi göz önünde bulundurulduğunda oldukça kısa bir süre olarak değerlendirebileceğimiz bir buçuk aylık çekim süreci, The Lobster için 24 Mart 2014’te başlayıp 9 Mayıs 2014’te sona erdi.
Film 3 Renk Üzerine Özellikle Yoğunlaştı
Film boyunca özellikle mavi, yeşil ve kırmızı renk tonları üzerinden ilerleyen anlatı, arka plandan karakterlerin kostümüne kadar bu üç rengi temel alarak distopik ama tanıdık bir dünya kurmayı başarır. Bu tanıdık histe renklerin etkisi elbette yadsınamaz ancak yanı sıra kanın kırmızı renginden ıstakozun mavi akan kanına kadar çeşitli nosyonlarla bu tanıdık hissi izleyicisine yabancı kılmayı da başarır.
Lanthimos, The Lobster’ın Gerçek Bir Aşk Hikayesi Olduğunu Düşünüyor 
Filmin hikayesini oluşturan unsurlar göz önünde bulundurulduğunda Yorgos Lanthimos sinemasında anlatılan daha soft bir hikaye olduğunu söylemek mümkün. Elbette çok yenilikçi ve sert toplum tasvirleri içeriyor ancak Dogtooth ya da The Killing of a Sacred Deer göz önünde bulundurulduğunda bir aşk hikayesi anlattığı da yadsınamaz bir gerçek. Hayatımızda deneyimleyebileceğimiz bir aşk hikayesinin en salt haliyle filme yansıdığını düşünen Yorgos Lanthimos aşkın doğasının tam olarak böyle olduğunu düşünüyor.
Yönetmenin Yunanistan’ın Dışında Çektiği İlk Film
Lanthimos, Dogtooth ve Alps filmlerini oldukça kısıtlı bir bütçe ile çekiyor; ancak bu durum Lanthimos’a bir engel olmaktan ziyade filmlerinin üzerinde tamamen kontrol sahibi olma fırsatını veriyor. Böylelikle yönetmen koltuğunda gördüğümüz Lanthimos, ilk kez İngilizce bir yapıma imza atmanın yanı sıra kendini ilk kez anavatanı Yunanistan’ın dışında film çekerken de buluyor. İlklere imza atmaktan vazgeçmeyen yönetmen, The Lobster vasıtasıyla ekibindeki görüntü yönetmeni Thimios Bakatakis ve editör Yorgos Mavropsaridis dışındaki herkesle ilk defa çalışıyor. The Lobster’ın çekimlerinin tamamı İrlanda’da yapılıyor. Pek çok sahnenin çekiminde İrlanda’nın Kerry eyalatinde bulunan Sneem kasabasındaki Parknasilla Hotel kullanılıyor. Filmin şehir sahneleri ise Dublin’de çekiliyor.
Nick Cave Şarkısı
David ve Rachel Weisz’ın canlandırdığı karakterin CD çalarlarını senkronize hale getirip müzik dinleyerek ormanın içinde dans ettikleri anda çalan şarkı Nick Cave & The Bad Seeds imzalı “Where The Wild Roses Grow”dur. Daha sonra David karakteri bu şarkıyı tek başına birkaç gün söylemeye devam eder.