2019 yılında seyircilerle buluştuktan sonra ünü yavaş yavaş yayılan ve büyük bir kitle tarafından sevilegelen The Souvenir, Joanna Hogg’un aklındaki büyük yapının ilk ayağını oluşturuyordu. Hogg, The Souvenir ile 1980’ler Britanyası'na, sınıf ilişkilerine, kadın-erkek eşitliğine, toksik erkekliğe ve sanatsal üretime içkin sorunlara dair bakışını kısmen kendi hikâyesinden yola çıkarak anlatıyordu. Ancak The Souvenir’i başarılı kılan şeylerden biri belki de bu iddialı bakışı steril mekânlar ve bir kadın ile bir erkeğin arasındaki sade ilişki üzerinden soyutlama yoluyla vermeyi başarabilmesindeydi. ABD prömiyerini 59. New York Film Festivali’nde gerçekleştiren The Souvenir: Part II da aynı şekilde (ve tam olarak ilk filmin bizi bıraktığı yerden) devam ediyor. Her ne kadar ilk bakışta uzun bir filmi ikiye bölmüşler gibi düşündürse de, hikâyeye yaklaşım ve ritim açısından iki film birbirinden oldukça farklı. Verdiği hissiyat ve ağızda bıraktığı tat benzer, ancak belki de daha farklı bir kitleye daha farklı biçimde hitap ediyor. Öncelikle filmi ilk filmden bağımsız olarak izlemenin pek mümkün olmadığını söylemem gerek. Yani, bunu kendi başına bir film olarak değerlendirmek imkânsız ve bana kalırsa bu zorunluluk filmin en büyük zayıflığı. Öte yandan, filmin en büyük gücü de burada. Çünkü ilk filmin titizlikle inşa ettiği dünyayı ve kurduğu karakterleri burada yeniden inşa etmek ve kurmakla uğraşmadan bize incelikli bir film –ve belki de daha derinlikli bir film– vermeyi başarıyor Joanna Hogg. Film, ilk filmin bittiği yerden başlıyor. Anthony’nin ölümünü sindiremeyen Julie’nin, ortak arkadaşları Patrick’in (kusursuz bir Richard Ayoade) tavsiyesiyle film okulundaki bitirme projesi için Anthony’ye adadığı bir hatıra-filmi çekmeye karar vermesi ve bunu gerçekleştirmesi süreci filmin ana hikâyesi denebilir. Film yas tutmaya ve yasın farklı tezahürlerine dair de soruları beraberinde getiriyor ve burada da daha derinlikli bir okumaya ışık tutuyor. Ancak, şahsi olarak beni daha çok ilgilendiren şey, bir sanatçının kendisini var etme sürecine tuttuğu ışık. Yani gelecekte iyi bir yönetmen olacak Julie’nin bu süreçteki kararsızlıkları, ruhsal bunalımları, hayatındaki gelgitler, ailesi ve Anthony’nin ailesiyle ilişkileri, kayıp sonrası diğer erkeklerle yaşadıkları, tüm bunların çektiği filme yansıması gibi pek çok şeyin yanı sıra, film yapımına dair çok daha somut sorunlar –para, set, set ekibiyle ilişkiler ve oyuncu yönetimi gibi– bir araya gelerek, bir kayba dair yas sürecinden çok sinema yapmaya dair tutkulu bir övgüye dönüştürüyor filmi. Sinemanın hayatla iç içe olmaktan da öte hayatın ta kendisi –ya da tam tersi– olduğu fikrine dayandırıyor filmini Hogg. Bu da –en azından benim için– filmi ilk kısmından çok daha ilgi çekici ve büyüleyici yapıyor. The Souvenir Part II: Üretme Sancısına Bir Mersiye İlk filmi izleyenlerin hatırlayacağı üzere filmin bir noktasında Anthony, İngiliz sinema ikilisi Michael Powell ve Emeric Pressburger’ı çok sevdiğini söyler. Bu sözü ona söyleten Hogg’un, The Souvenir: Part II’da bu sevgiyi açıkça bize gösterdiğine de şahitlik ediyoruz. Filmin sonlarına doğru karşılaştığımız büyüleyici rüya benzeri sekans sanki The Red Shoes – Kırmızı Pabuçlar (1948) filminden alınmış gibidir. Öte yandan Hogg’un Britanya sinemasına tek referansı da bu değil sanki. İlk filmde de olduğu gibi Part II’da da, yer yer set tasarımının –ki set gerçekten stüdyoda sıfırdan üretilmiş bir evden oluşmaktadır ve filmin en sonunda bizi günümüze bağlamakta kullanılacaktır– ve görsel yaklaşımın…

Yazar Puanı

Puan - 85%

85%

Büyük bir filmin ikiye bölünmüşlüğü ve ilkinden bağımsız var olamayacak oluşu The Souvenir Part II’yu zayıflatsa da, her şeyiyle hakiki, dürüst ve uzun süre etkisini hissedeceğimiz bir film var karşımızda.

Kullanıcı Puanları: İlk sen puanla!
85

2019 yılında seyircilerle buluştuktan sonra ünü yavaş yavaş yayılan ve büyük bir kitle tarafından sevilegelen The Souvenir, Joanna Hogg’un aklındaki büyük yapının ilk ayağını oluşturuyordu. Hogg, The Souvenir ile 1980’ler Britanyası’na, sınıf ilişkilerine, kadın-erkek eşitliğine, toksik erkekliğe ve sanatsal üretime içkin sorunlara dair bakışını kısmen kendi hikâyesinden yola çıkarak anlatıyordu. Ancak The Souvenir’i başarılı kılan şeylerden biri belki de bu iddialı bakışı steril mekânlar ve bir kadın ile bir erkeğin arasındaki sade ilişki üzerinden soyutlama yoluyla vermeyi başarabilmesindeydi. ABD prömiyerini 59. New York Film Festivali’nde gerçekleştiren The Souvenir: Part II da aynı şekilde (ve tam olarak ilk filmin bizi bıraktığı yerden) devam ediyor. Her ne kadar ilk bakışta uzun bir filmi ikiye bölmüşler gibi düşündürse de, hikâyeye yaklaşım ve ritim açısından iki film birbirinden oldukça farklı. Verdiği hissiyat ve ağızda bıraktığı tat benzer, ancak belki de daha farklı bir kitleye daha farklı biçimde hitap ediyor.

Öncelikle filmi ilk filmden bağımsız olarak izlemenin pek mümkün olmadığını söylemem gerek. Yani, bunu kendi başına bir film olarak değerlendirmek imkânsız ve bana kalırsa bu zorunluluk filmin en büyük zayıflığı. Öte yandan, filmin en büyük gücü de burada. Çünkü ilk filmin titizlikle inşa ettiği dünyayı ve kurduğu karakterleri burada yeniden inşa etmek ve kurmakla uğraşmadan bize incelikli bir film ve belki de daha derinlikli bir film vermeyi başarıyor Joanna Hogg.

Film, ilk filmin bittiği yerden başlıyor. Anthony’nin ölümünü sindiremeyen Julie’nin, ortak arkadaşları Patrick’in (kusursuz bir Richard Ayoade) tavsiyesiyle film okulundaki bitirme projesi için Anthony’ye adadığı bir hatıra-filmi çekmeye karar vermesi ve bunu gerçekleştirmesi süreci filmin ana hikâyesi denebilir. Film yas tutmaya ve yasın farklı tezahürlerine dair de soruları beraberinde getiriyor ve burada da daha derinlikli bir okumaya ışık tutuyor. Ancak, şahsi olarak beni daha çok ilgilendiren şey, bir sanatçının kendisini var etme sürecine tuttuğu ışık. Yani gelecekte iyi bir yönetmen olacak Julie’nin bu süreçteki kararsızlıkları, ruhsal bunalımları, hayatındaki gelgitler, ailesi ve Anthony’nin ailesiyle ilişkileri, kayıp sonrası diğer erkeklerle yaşadıkları, tüm bunların çektiği filme yansıması gibi pek çok şeyin yanı sıra, film yapımına dair çok daha somut sorunlar para, set, set ekibiyle ilişkiler ve oyuncu yönetimi gibi bir araya gelerek, bir kayba dair yas sürecinden çok sinema yapmaya dair tutkulu bir övgüye dönüştürüyor filmi. Sinemanın hayatla iç içe olmaktan da öte hayatın ta kendisi ya da tam tersiolduğu fikrine dayandırıyor filmini Hogg. Bu da en azından benim için filmi ilk kısmından çok daha ilgi çekici ve büyüleyici yapıyor.

The Souvenir Part II: Üretme Sancısına Bir Mersiye

İlk filmi izleyenlerin hatırlayacağı üzere filmin bir noktasında Anthony, İngiliz sinema ikilisi Michael Powell ve Emeric Pressburger’ı çok sevdiğini söyler. Bu sözü ona söyleten Hogg’un, The Souvenir: Part II’da bu sevgiyi açıkça bize gösterdiğine de şahitlik ediyoruz. Filmin sonlarına doğru karşılaştığımız büyüleyici rüya benzeri sekans sanki The Red Shoes Kırmızı Pabuçlar (1948) filminden alınmış gibidir. Öte yandan Hogg’un Britanya sinemasına tek referansı da bu değil sanki. İlk filmde de olduğu gibi Part II’da da, yer yer set tasarımının ki set gerçekten stüdyoda sıfırdan üretilmiş bir evden oluşmaktadır ve filmin en sonunda bizi günümüze bağlamakta kullanılacaktır ve görsel yaklaşımın Derek Jarman’ı hatırlattığını da söylemek gerekiyor. Öte yandan, Derek Jarman’ın referanslarını filmin adının bir tablodan geliyor oluşu ile beraber düşünürsek, Joanna Hogg’un resim sanatıyla da ilişkili olduğunu düşünmemek elde değil. Özellikle bazı sahnelerin Hollandalı büyük ustaların tablolarını bize anımsattığını söylemek mümkün.

The Souvenir: Part II, film yapmanın teknik ve manevi veçheleri üzerine bir çalışma olarak okunduğunda buna yaklaştığı sahnelerde Cinema Paradiso ve gibi filmlerle beraber anılabilecek bir damara yaklaşıyor. Sanat tarihi yazımının temel sorunlarından biri olan sanatçının eserine sanatçının biyografisinin dahil edilip edilmemesi gerektiği yahut ne ölçüde dahil edilmesi gerektiği sorusuna kendi cevabını veriyor film. Bize bunun kökenlerini göstermek için başka bir film daha yapmıştı Hogg. O film sayesinde bu film başarıya ulaşıyor ve sanki o film, bu ikinci kısım için yapılmış hissi uyandırıyor izleyicide. Bu ikili yapısı, başta da söylediğim gibi, filmi hem özgürleştiren hem de bağlayan böyle ilginç bir ikilem yaratıyor.

Son bir söz de oyunculuklar için. Gerçek hayatta da anne-kız olan Tilda Swinton ve Honor Swinton Byrne, bu filmde çok daha derinlikli ve duygusal bir ilişki içerisinde gösteriyorlar kendilerini. Öte yandan Richard Ayoade ve Ariane Labed olabildiğince doğallık içerisinde karakterlerine can veriyorlar. Filmin bu natürmort havası oyunculuklarda da seziliyor. Oldukça gerçekçi ve belgesele yakın ama bir yandan da gerçekçi olmaktan çok hakiki olmanın peşinde bir oyunculuk yönetimi var filmde.

Sonuç olarak The Souvenir: Part II, Hogg’un hayalindeki filmmiş gibi gözüküyor bizlere. İlk kısım geçmişte kalmış bir şeye yakılan ağıtsa, bu ikinci kısım sanatçı için hâlen yakıcı olan bir şeye dair yazılan mersiye gibi gözüküyor. Bu yüzden daha gerçekçi, daha içten, daha çok bize özellikle de bir şekilde bir şeyler üretmek sevdasında olanlara yakın. Büyük bir filmin ikiye bölünmüşlüğü ve ilkinden bağımsız var olamayacak oluşu The Souvenir: Part II’yu zayıflatsa da, her şeyiyle hakiki, dürüst ve uzun süre etkisini hissedeceğimiz bir film var karşımızda.

Daha yazı yok.
Filmloverss.com size daha iyi hizmet sunmak için çerezleri kullanır. Sitede gezerek çerezlere izin vermiş sayılırsınız. Ayrıntılı bilgi close-cookie-information